Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[Tartışma] One Piece Rpg

  • Konbuyu başlatan Roronoa Zoro
  • Başlangıç tarihi

4 Deniz mi Grand Line mi?


  • Kullanılan toplam oy
    70
  • Anket kapatılmış .

Roronoa Zoro

www.oprpg.forumdizini.com
Daha önce RPG (Rol Yapma Oyunu) oynamamış üyelerimize öncelikle “Rehberler” kısmında bulunan bilgilendirici mesajı ve yöneticiler tarafından yazılmış olan örnek rol oyunlarını okumalarını tavsiye ediyoruz. İyi bir rol oyunu yazarı olmak için, öncelikle iyi bir rol oyunu okuyucusu olmalısınız.

Puanlama Sistemi: Yazmış olduğunuz rol oyunları 100 puan üzerinden değerlendirilecektir. Puanlama kriterleri aşağıda görüldüğü gibidir:
Betimleme – 30 Puan
Kurgu – 25 Puan
Akıcılık – 25 Puan
İmla Kuralları – 10 Puan
Sayfa Düzeni – 5 Puan
Renklendirme – 5 Puan

  • A) Betimleme :
Rol oyunu puanlama kriterleri arasında en büyük önemi taşıyan bölüm betimlemedir. İyi bir kurgu, ne kadar düzgün bir dille ve akıcı yazılmış olursa olsun gerekli tasvirlere sahip olmadığı sürece yüksek bir puan alamayacaktır.
RPG oyunlarında hayali bir evren oluşturmaya çalıştırdığımız düşünüldüğünde, bu evreni kusursuz bir şekilde yansıtmak için betimleme sanatına başvurmak durumundayız. İyi betimlemeler yapabilmek için, her şeyden önce iyi bir gözlemci ve sıkı bir kitap okuyucusu olmanız gerekmektedir.
Betimleme konusunda yapılan en büyük hatalardan birisi; anlamsız, sıkıcı ve gereksiz tasvirlere yer vermektir. İyi betimleme, uzun betimleme anlamına gelmez. Bazen tüm sahneyi betimlemek için tek bir cümle yeterliyken, bazen bir paragraf boyunca tasvirde bulunmanız gerekebilir. Bu hususta kaleminizin gücüne güvenmediğiniz sürece betimlemeleri uzatmanızı önermiyoruz çünkü uzun betimlemeler çoğunlukla akıcılığa balta vuruyor ve kurguyu zenginleştirmekten ziyade çökertiyor. Betimleme puanınız yüksek olsun diye uğraşırken, akıcılık ve kurgu kriterlerinden sınıfta kalırsanız yaptığınız tasvirler hiçbir işe yaramaz.
  • B) Kurgu :
İyi bir kurgu, rol oyununun temelidir. Diğer tüm kriterler kurgu etrafında şekillenir ve hayat bulur. Yazacağınız rol oyunu güçlü bir kurguya sahip olursa, bu diğer eksiklikleri gölgede bırakabilir. Aynı şekilde çok iyi betimlemelere sahip, akıcı bir rol oyunu; kuvvetli bir kurgudan yoksun olduğu sürece anlam ifade etmeyecektir. Bu yüzden yazacağınız rol oyunu ile ilgili en çok düşünmenizi önerdiğimiz kısım kurgudur.
Fazla eylem ve hareket içeren her yazı iyi kurgulanmamıştır. Karakterinizin iç dünyasını anlattığınız bir rol oyunu doğru kurgulandığı sürece, aksiyon içeren rol oyunlarından asla geri kalmayacaktır. Hatta şansınıza benim gibi yazılarda psikolojik unsurlardan hoşlanan bir yönetici gelirse, yazdığınız oyuna kıyak bile geçebilir.
  • C) Akıcılık :
Yeni başlayan rol oyuncularının en çok sıkıntı çektikleri nokta şüphesiz akıcılıktır. Bir yandan güzel bir kurgu oluştururken ve bunu güçlü betimlemelerle resmederken, bir yandan da yazının akıcılığını kaybetmemesi için üst düzey bir dil hakimiyeti gereklidir. Rol oyunlarında akıcılık sorunu ancak çok fazla rol oyunu yazarak aşılabilir.
  • D) İmla Kuralları :
Bizim gibi kendi konuştuğu, yazdığı dilden bir haber yaşayan toplumun büyük sıkıntılar çektiği bir noktada imla kurallarıdır. İyi okuyucular ve yazarlar bile dikkatsizlik ve ya bilgisizlik sonucu bu kriterden puan kaybedebilirler. Bunun önüne geçmek için özellikle “doğru bilinen yanlış yazımlar” ve noktalama işaretlerinin kullanımı hakkında yazılar okumanızı öneririm.
  • E) Sayfa Düzeni :
Rol oyunu puanlamasının son iki kriteri diğer kriterlerden farklı olarak içerikten bağımsızdır ve tamamen şekil ile alakalıdır. Çok kötü bir rol oyunu bu kriterlerden tam puan alabileceği gibi, çok iyi bir rol oyunu da sıfır puan alabilir.
Sayfa düzeni konusunda en çok dikkat edilmesi gereken hususlar paragrafları doğru yerlerde ayırmak ve rol oyununu okumayı kolaylaştıracak şekle sokmaktır. Bu iki hususta problem olmadığı sürece tam puan alacaksınızdır.
  • F) Renklendirme :
Rol oyunu puanlamasının şekle bağlı diğer bir kriteridir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli şeylerden birisi her karakterin, tek bir renkle konuşabileceğidir. Örneğin bir karakter önce beyaz renklendirmeyle, iki satır aradan sonra mavi renklendirme ile konuşamaz. Renklendirme de verilecek puan okumayı zorlaştırmayacak uyumlu renklerin ve karakterlerin özelliklerini yansıtan renklerin kullanımına bakılarak verilecektir.
İyi rol oyunları dilerim!
Kısaca açıklamam gerekirse takip etmen gereken belli başlı bi sır var;
Meyve kullanıcısı değil isen, katılman gereken organizasyonuu seçiyorsun. O doğrultuda sana direktifler vereceğiz. Mesela Tapınakçılara katılanlar bizim seçtiğimiz adalardan başlamalı. Çünkü şu an Tapınakçılar, gizlenme halinde, ayan beyan bir adada Tapınakçı kiliseleri olması pek mümkün değil.
2. Eğer organizasyona kabul edilirsen, uygun şekilde, güçlerini abartmadan, trajediyi makul seviyede tutarak geçmişini yazabilirsin.

Ama eğe Şeytan meyvesi almayı planlıyorsan önce şeytan meyvesi için başvurman gerekiyor. Sonrasında ona uygun geçmiş yazman.


İlerleyen saatlerde uzun uzun açıklama yazısı yazacağım. Daha detaylı bilginiz olur ve geçmişlerinizi ona göre düzenlersiniz.
Arkadaşlar, gelen geçmiş örneklerinden gördüğüm kadarı ile, bazı arkadaşlar RP'nin mantını anlayamamış. Örnek olarak bazısı, geçmişinde adasını yok eden Buster Call çağırmak isterken, Bazısı Tapınakçıların liderini bir pusuya düşürmüş. Şimdi kısaca Rp içerisinde neler yapıp, neler yapamayacağınızı, anlatacağım.

1. Normalde ada oluşturma işini biz yapacaktık, siz ada seçip, o ada üzerinden geçmiş yazacaktınız. Ama gelen ada tasvirleri gerçekten çok iyi olduğu için, sizlere böyle bir ayrıcalık tanıdık. Kendi adalarınızı yazıp, ailenizi istediğiniz korsan tayfasına yok ettirebilirsiniz. Ama sizden ricamiz, eğer bir korsan tayfası ya da, ödül avcısı ya da marine, ya da tapınakçı ailenizi yok ediyorsa, tasvirini yapınız. Çünkü RP içerisinde karşınıza çıkaracağız. Size intikam şansı veriyoruz.

2. Serinin akışını bozacak karakterleri kullanamazsınız. Bir Yonkou, Amiral, Filo Amirali, Shicibukai,Devrimci Lideri ya da Tapınakçı lideri sizin için adanıza gelip, pusuya düşmez. Namı olmayan başka herhangi bir karakteri kullanabilirsiniz.

3. Haki kullanamazsınız, küçükken zor durumda Kral Haki kullanmış olmanız, Rp mantığı içerisinde mümkün değildir. Anlıyoruz. hepiniz haki açmak istiyorsunuz ama bunun için sabırlı olmanız gerekiyor.

Bunlar dışında, istediğiz gibi korsan tayfası ve ya benzeri kişilerce adanız saldırıya uğrayıp, aileniz katledilebilir.

Diğer bir konu ise, güç. Herkes çok güçlü olmak istiyor. Ama Rokushiki ve benzeri tekniklerle başlayamazsınız. Unutmamanız gereken diğer bir mevzu ise, ne kadar çok teknik bilirseniz, o teknikler o kadar güçsüz olacaktır.
Örnek vermek gerekirse, bazısı, hem aşçı, hem rotacı, hem gemici olmak istemiş. Olamazsınız değil, ama stat puanlarınızı bölüştürmeniz gerekmektedir. Bu durumda, Grand Line'ı bulacak kadar iyi bir rotacı olamazsınız. O yüzden bir uzmanlık seçip, Luffy gibi eksiklerinizi kabul etmeniz gerekiyor.

Sadece süper insan olmaya çalışmayı bırakın ve kendinize nakamalar bulun. Eminim aşçı, gemici ya da rotacı olmak isteyenlerde olacaktır.

Skype grubunda beni ve Gm'lerimi suçlayanlar. Konu açıldığından beri acele etmemenizi söyledim. Sabırlı olup bazı sistemleri bitirmemizi beklemenizi istedim. Ama buna rağmen, bizi suçlayıp siz ne dediyseniz onu yaptık diyenler. Hiç bir şey değişmeyecek. Bu şartlara ayak uydurmadığınız taktirde karakterleriniz kabul edilmeyecek.

Teşekkür ederim. Özellikle işini gücünü bırakıp bana destek olan Gm'lerimiz;
@BolD
@ch3rl0b11n
@Roo
@Visums
@Shanks le Roux 'a teşekkür ederim..
Selam beyler. Hepimiz sınavlarla uğraşırken ben ve bazı gm arkadaşlar örnek rpler yazacağız. Yazdığım ada tasviri ve karakter aşağıdadır. Çok detaylı bir iş olmasa da aşağı yukarı sizden bu seviye de bir şeyler bekliyoruz.
Kaç bin yıl? Kaç milyon yıl? Kaç milyar yıl daha yaşayacağım?
Bu sözler Derevo adasının ünlü dev ağaçında yazan sözlerdi. Bulutları delen zirvesi ve 563 insanın el ele tutuşarak sardığı ünlü Puu ağaçlarının en büyüğü, Dreniv. Adanın merkezinde ve adadaki tek şehri gölgesinde ağırlarken, şehir insanı bu ağacın korumasından aşırı derecede minnatardı. Yağmur, kar, yıldırım... Öfkeli Tanrı Gnev daha Dünya yaratıldıktan hemen sonra bu adada yaşayan her bir canlının ölümü için ant içmişti. Bu adada kadim zamanlarda yağmur, kar ve ya yıldırım eksik olmazken, gökten 37 melekle birlikte Huzur Tanrısı Mir inip, bu ağacı adanın merkezine dikmiştir. 37 melek kanatlarından feragat edip ağacı büyütmüş ve ağaç şehri korumuştur. Zaman geçtikçe Dreniv çocuklarını toprağa atmış ve ada Puu ağaçlarıyla dolup taşmıştır.
Ada gökyüzünden bakıldığında yukarlak bir parça ve iki kanattan oluşmaktadır. Yukarlak kısım tamamen Dreniv ile kapanmışken, kanatlar diğer Puu ağaçlarını ağırlamaktadır.
Ada halkı Huzur Tanrısı Mir'e taparlar. Dreniv'in çok yüksek dallarında 37 tane kanatsız melek heykeli bulunmaktadır. Gerçekten eski görünen heykellerin, Mir tarafından sonsuza kadar anılması için taşlaştırıldığı efsaneler arasındadır. Dreniv milyarlarca yıl Gnev'in saldırılarından adayı korurken, Dreniv'in kökleri adayı sarmakta, hatta yer altı sularını adadaki diğer ağaçları beslemek için kullanmaktadır. Ada halkı Dreniv'i kutsal gördüğü kadar, Dreniv'in çocuklarını da ticarette kullanmaktadır. Puu ağaçları gemi yapımında sıkça tercih edilen bir ağaç türüdür. Hem ıslaklığa hem de darbelere karşı kuvvetlidir çünkü. Gemi Mühendislerinin adası Derevo'nun askeri gücü iyi değildir, çünkü ne bir krallığı vardır, ne de marine karargahı. Grand Line'da gözden uzakta bu adaya gelen korsan ve ya denizciler ada halkıyla savaşmak istemezlerdi, çünkü diğer bir efsane ise, adanın altında, Drenevin beslediği şeytandır. Bir zamanlar, korsanlar çağı başlamadan çok önce, bu adaya saldıran bir korsan tayfasını Drenevin'in oğlu Şeytan Plokhoy'un tek bir darbede katlettiği yönündedir. Her ne kadar bunlar efsane olsa bile, korsanlar adaya ve ada halkına saldırmak istemezler.
Adadaki tek şehir, Molek, eski toprak evlerden oluşmaktadır. Sarı bir görüntüsü olan şehirde ağaç ve taş kullanmak büyük günah olarak görülür. Şehirdeki tek ağaç yapı Mir'in tapınağıdır. Bu tapınağı çıplak elleriyle tek başına Şoleman'ın yaptığı söylenmektedir. Şehirde ki tek taş yapı ise kanatsız melek heykelleridir. Bu yüzdendir ki ada halkı şehirde ki evlerini topraktan yapar. Adanın iklimi genel olarak yağışlıdır. Sonbahar'ın ılık geçtiği adada ki diğer bir mevsim de kıştır. Ama kış çok soğuk geçmemektedir. Ada da 8 noktada 8 tersane bulunmaktadır. Adanın etrafında acemi olarak bu işi yapan kişilerde vardır. Adanın tek ticaret kaynağı Gemiler olduğu için bu işte başarılı olamayanlar, gemi ustalarının ihtiyaçları için denize açılıp, onlara malzeme sağlamaktadır. Adada pirinç dışında bitki yetişmediği için, ada halkı neredeyse her zaman pirinç yemektedir.
Pirinç ticareti azda olsa yapılmaktadır, ama adanın gelir kaynağı gemileri ve dev ağacı görmeye gelen turistlerdir.
İsim:Nave Oscura
Takma İsim/Ünvan:Zlo
Irk:İnsan
Cinsiyet:Erkek
Yaş:25
Gülüş Şekli:
Fiziksel Görünüm:
Boy:1.89
Kilo:70
Göz:Siyah
Dış Görünüş: Siyah saçları, siyah gözleri vardır. Siyah bakan boş gözğlerinden bir şey anlamak mümkün değildir. Genelde takım elbise giyer. Beyaz gömlek, siyah ceket ve pantolon. Gemi yapacağı zamanlarda ceketi çıkarır ve göleğinin kollarını katlar.
Karakter Fotoğrafı:
Kişisel Bilgiler:
Bulunduğu Ada: Derevo Adası
Doğduğu Deniz: Grand Line
Karakteri: Sinirlidir, ama sabırlıdır. Sabrı zorlanmadığı sürece, içinde siniriyle patlayana kadar oturur. Patladığında gözü bir şey görmez. Her şeye sinirlenebilir. Çekici bulamazsa tüm alet çantasını dağıtabilir. Tekmeler ve sonra kendine sinirlenip duvarı yumruklar, sonra canı yandığı için kendisine küfreder. Çıkmaza düştüğünde sinirden ağlayabilir. Ağlamasına sinirlenip küfreder.
Geçmiş: O gün ada halkı için garip bir gündü. Ne yağmur, ne kar ne de yıldırım. Gökyüzünde ki bulutlar öylece gökte süzülürken, sabahın geldiğini haber veren çan çalmıştı. Bu adada güneş doğduktan sonra uyumak günahtı. Aydınlığın her bir saniyesini kutsal gören ada halkı çanla birlikte uyanır, Mir'in tapınağının önünde yaklaşık bir dakika dua edip, işlerine dağılırdı. Ama bugün sıradan bir gün değildi. Tapınağın önüne gelen ayrılmıyordu. Yaklaşan ve toplanan ada halkı ilginç bir manzara île karşılaşıyordu. Mir'in tapınağının üstünde Mir'i temsil eden heykelin uzattığı eline bir bebek kundağından asılmış ağlıyordu. Ada halkı bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırmış ve bebeğin nasıl oraya geldiğini merak ederken, tapınak rahipleri dua eden halkın dağılması yönünde uyarılarda bulunuyordu. Bebeği indirmek için yollar düşünen rahipler bir de halkla uğraşmak istemiyordu. Mir tapınağı 20 metre yükseklikteydi. Tırmanmak mümkün değildi ve bebeğin olduğu yere çıkmanın tek yolu Tapınağın içinden geçmekti. O bebeği orays koymak için 100 tane rahibin içinden geçmiş olmak gerekiyordu. Bu yüzden ada halkı bebeğin gökten düştüğünü öne sürmüş, Mir 'in oğlu olarak kabul etmişlerdir.
Bebek kurtarıldıktan sonra evlat verilmek istenmiştir. Çünkü rahiplerin çocuk sahibi olmaları ve evlenmeleri yasaktır. Bir çok aile çocuğu evlat edinmek istemiştir, çünkü bu bebeğin kendilerine bereket getireceğine inanmışlardır. Çok fazla talep olduğu için bebek karısı doğum yaparken çocuğuyla birlikte ölen Trist Mann 'a verilmiştir. Mann adada saygın bir gemi ustasıdır, adanın kuzey kanadında kendine ait tersanesi vardır.
Zaman ilerledikçe Mir'in oğlu sanılan ve Nave Oscura adı verilen çocuğun bir problemi olduğu düşünülmektedir. Sürekli ağlamakta, süt annelerini ısırmaktadır. Nihayet 3 yaşına geldiğinde yürüyüp konuşmaya başlayınca siniri gün yüzüne çıkmaya başlamış, diğer çocukları dövmeye başlamıştır. Babası bu yüzden diğer çocuklarla görüştürmemiş, sürekli tersanede yanında tutmuştur onu. Gemi yapımının incelşklerini oğluna öğretmiş ve onu eğitmiştir. Nihayet Nave'in düzeldiğini düşünen babası bir gün malzeme almaktan geri dönerken, Nave'in eli kan içinde tüm tersaneyi de dağılmış halde bulmuştur. Ne olduğunu sorduğunda, Nave gemi yapımında babasına yardım etmek için çivi aradığını ve bir tüli bulamadığıni, bu yüzden de sinirden gözünün karardığını ve gerisini hatırlamadığını söylemiştir. Nave büyürlen siniri de büyümüş ada halkı artık onun Mir'in değil Gnev'in oğlu olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Öfke tanrısının adayı Dreniv yüzünden yok edemediği için bu çocuğu adayı yok etmesi için yolladığını düşünenler vardı. Her be kadar Mann böyle düşünmesede oğlunun güvenliği işin ona sinirine hakim olmayı öğretmiş, sabrını arttırmıştı. Nave başarılı bir şekilde sinirini tutup, adanın ormanlık kısımlarında ağaçları yumruklayarak sinirini atıyordu. 17 yaşına kadar böyle devam ederken, bir gün babasıyla birlikte gemi yaparken çekici ayağğına düşürmüş, sinirine hakim olamayıp gemi ttutan desteklerden birine tekme atmıştır. Desteklerden biri gemiyi bırakınca gemi babasının üzerüne düşmüştür. Nave koca gemiyi hareket ettirmek için uğraşsada hiç bir şey yapamamış sinirindenden ağlayarak adaya koşmuştur, adada durumu açıklayıp yardım çağırmış, ada halkıyla birlikte gemiyi kaldırınca Mann 'in ezilerek öldüğünü görmüşlerdir. Her ne kadar bilerek yapmadığını bilselerde Nave ada halkı tarafından dışlanmıştır. Adada Nave'le konuşan sadece rahirplet ve babasının yakın arkadaşı ve malzemecisi Ferg kalmıştır. Nave yanlız kaldıktan sonra tersaneyi düzenleyip babasının mesleğini devralmıştır. Her ne kadar kendini suçlu hissetsede sinirine hakim olmayı hala başaramamktadır.
Şu an 25 yaşında olan Nave yenilediği tersane ile tek başına gemşler yapmakta ve babasınının adını taşıyan gemileri Dünya'ya dolaşmaktadır.
Hedef: Babasının adını tüm dünyaya duyurmak.
Hoşlandıkları: Aradığı şeyi bulmak.
Arkadaşlar sitenin açılmasından önce örnek teşkil etmesi açısından birkaç tane örnek role play yazacağız. Sizde bu rp mantıklarından yola çıkarak kendi rp'lerinizi hazırlayabilirsiniz. Örnek bir rp aşağıda bulunmaktadır, yararlı olması dileklerimizle:
Yağmur damlalarının, sevdalısı yeryüzüne dokunabilmek için dizginlerini koparmış azgın atlar gibi yarıştığı gri geceyi bir liderin kendinden emin ayak sesi böldü. Çetin bir savaşın ardından doğan kızıl güneşin renginde dağınık saçları, taze bir zambak gibi zarif gözleri ve ıslak zemine sürtündüğü zaman melodiler fısıldayan siyah ceketi ile rakibinin üstüne yürüyordu. Attığı her adımda yağmur hızlanıyor ve sokaktaki yoğun metalik koku dayanılmaz hale geliyordu. Yüzünde cani bir gülümseme ile avını köşeye sıkıştırmış bir aslan gibi yavaşça, her anın keyfini çıkartarak kurbanının kokuşmuş benliğini boğuyordu. Antik çağlarda nesilleri tükenmiş yaratıkların kükremeleri giderek artarken, kıyametin yaklaştığını hisseden bilge yaşlılar çocuklara kaçmaları için bağırıyordu. Siyahlara bürünmüş bu uzun adam, korkunç seslerin ardından yerküreyi parçalayacak karanlık yıldırımları kontrol eden kişiydi. Sonsuz, sıcak kum denizlerinde, balta girmemiş ormanlarda, tanrıların yıkandığı okyanuslarda ve uçsuz bucaksız diyarlarda dahi ismi korkuyla zikredilen bu kişinin kana karşı hasretinin denizin dört imparatoru ile denk seviyede olduğu söylenir. Kızıl Ordu’nun Lideri, Yıldırımdoğan, Ölüm Yargıcı: D’elovantine Black, cehennem ateşi gibi fokurdayan kalbi ile yarım kalan işini bitirmek için geri dönmüştü. Yüzünden deliliğin sınırlarında dolaşan bir gülümseme ile göğü ortadan yırtarcasına büyük bir hiddetle atıldı. Siyah bir ışık süzmesi görülür gibi oldu. Çok uzaklarda bir bülbül, ölülerin ardından ağıtlar öttürüyordu…

İlk saldırı, yılların biriktirdiği tüm öfkenin yıldırım şeklini almış haliydi. Bu saldırıyı en son kullandığında iki yıl önceydi ve ülkesi Yeni Dünya’nın en ünlü korsan ittifaklarından birisi olan “The Gifters” tarafından kuşatma altına alınmıştı. Bu saldırısı ile ittifakın büyük üç kumandanı Loan Windrunner, Wayne Flashwalker ve Theon the Wraith King’i tek bir darbe ile oyun dışı bırakmayı başarmıştı. Zavallı korsanların acınası hayatlarının son saniyelerinde gördükleri tek şey kendilerine doğru yaklaşmakta olan zift kadar karanlık bir kurukafa silueti olmuştu. Necromancer’s Paradise yeteneğinin çoğu zaman hedeflerini korkudan öldürdüğü söylenir, bu yetenek karşısında ruhuna tam hakimiyet sağlayamamış ahmakların şansı yoktur.

“Bu kadar erken işinin bitmeyeceğini biliyorum, ortaya çık korkak!” diye bağırdı kızıl saçlarını, kılıcını tutan eliyle dağıtırken. Yaklaşık on adım kuzeyinde kusursuz yüz hatlarına sahip bir kadın, elindeki renkli şemsiyesini çevirerek gülümsemekteydi. “Beni mi arıyordun, hayatım?” diye karşılık verdi, sözlerini alaycı bir dille ve ‘hayatım’ kelimesini özellikle tonlayarak söylemişti. Üstündeki geleneksel kıyafetleri rüzgarla dalgalanıyor, kırmızı çiçek figürleri atardamardan fışkıran kanları andırıyordu. Bu sırada sırtında bir ağrı hissetti, kendisini çok zorladığından olsa gerekti.
“Geçmişte yaptıklarının cezasını çekmeden ölmeyeceksin, buraya konuşmaya değil öldürmeye geldim.” dedi beklenmedik bir sakinlikte ancak karşılığında bir cevap beklemeden harekete geçti. Gökyüzünden acı içerisinde haykıran üç farklı canavarın sesleri duyuldu, bir saniyeden kısa bir süre sonra sayısız karanlık yıldırım, ak saçları ve mavi gözleri ile sinsi bir kediyi andıran kadına hedef alınmış duruma geçmişti bile.
“Gerçekten ilerleme var, yıldırımları sabit tutabiliyorsun demek. Kesinlikle etkilendim hayatım.” diye bu şeytan icadı yıldırımlara cevap verdi. Sözlerini yine alayla, umursamaz bir şekilde söylemişti.
“Yıldırımları şu an kontrol edebiliyorum ancak birazdan onları ben bile kontrol edemeyeceğim. Az önce dediğim gibi, bu işi bitirmeye niyetliyim. Bunu yapamazsam, ülkeme geri dönebilmemin hiçbir yolu yok. Bitiriyorum Poe!” diye haykırdı. Sarsılmaz gururu ve kararlılığı sayesinde bu sözleri kendi güvenerek söyleyebilmişti. “Yazık…” diye cevap verecek oldu kadın, sözlerinin sonunu getiremedi. Milyonlarca yıldırım oku, Poe Scarfinger’a teker teker saplanırken, duvarda ritmini yeni bulmuş bir orkestra gibi kandan vahşetin tablosunu çiziyorlardı. D’elovantine Black, Kızıl Ordu’nun Lideri halkının intikamını sonunda alıyordu, aydınlığı hiçe sayan kahkahalarıyla birlikte. Hareket edecek hali bile kalmamış olan bu adam, son yıldırımın da çarpmasının ardından yere yığıldı. “Bu işi bitirdim.” Diye düşünüyordu, “artık ülkeme geri dönebilirim.”

Gözleri kararmadan önce son kez kurbanının cesedine bakmak istedi. Yağmurun şiddeti azalmıştı ancak saçları gözlerine engel oluyordu. Oysa ortalıkta bir ceset görünmüyordu! On saniye önce duvarda bulunan kan banyosu ise, yağmurla birlikte akıp gitmişti. Arkadan yumuşak adımlarıyla gerçek bir şeytanın ayak seslerinin yaklaştığı duyuluyordu…
“Yazık, eski dostum… Eski günlerde olsa bu kadar çabuk oltaya atlamazdın.” Diye konuştu aynı alaycı ses tonuyla. D’elovantine gözleri sonuna kadar açılmış biçimde ayağa kalkmaya çalışırken, bir yandan küfürler savuruyordu. “Tüm gücünü kumandanlarımı öldürmek için harcadığın zaman da aynı hatayı yapmıştın… Ülkendeki katliamın sorumlusu ben değilim, sensin. Eğer gerçek bir adam olmayı başarsaydın, o gün ülkendeki tüm çocukların kanını içmeden önce beni durdurabilirdin.”

Kızıl Lider duvara yaslanarak ayağa kalkmayı başardı. Ancak şu an için tüm yapabildiği buydu. Pişmanlık, korku, üzüntü; karanlığın tüm tonları gözlerinin önünden geçiyordu. “Kes sesini! Ben, bu işi bitireceğim ve ardından ülkeme döneceğim.” Diye konuştu. Bu sözler yıllar boyunca Yeni Dünya’yı kasıp kavuran Kızıl Ordu’nun Lideri’ne aitti.
“Artık bitti, yeterince iyi değildin hayatım. Ben dövüşü başlamadan zaten kazanmıştım… O kadar kendi hakimiyetinden çıkmıştın ki, sana zehirli iğnemi batırdığımı bile hissetmedin. Yazık…” dedi mavi gözlü şeytan. Kızıl Lider kan kusarak yerlere kapandı, yağmur suları bile bu kanı ortadan temizleyemiyordu. Zifiri karanlık gecede bir akrebin iğnelerinin sesi duyuldu, acı dolu bir hırıltı, ardından sadece yağmurun rahatlatan sesleri kaldı. Gökler efendilerinin kaybına ağlarken, çok uzaklarda bir bülbül, ölülerin ardından ağıtlar öttürüyordu…
Meyve geçmişi hakkında rp yazımı konusunda yardım isteyen arkadaşlar olmuştu, söz verdiğim üzere yazdım rp'yi. Umarım işinizi görür:
Örümcek ağları ile kaplı, gübre kokulu karanlık hücrelerde büyümüş çocuklar; özgürlüğü ancak Ay ışığının belirsiz yansımasında ararlar. Gözyaşları ve acı ile geçmiş çocukluklar, her zaman bireyleri özgürlük arayışına yöneltecektir. Grand Line’ın bir köşesini yasak etseler, Marine Karargahı’nı basacak kadar aptallar bu karanlık denizleri yönetirler. Çocukluğundan beri gölgelerde saklanan, adımlarını sessizce atan ve kurbanlarının al kanıyla banyo yapan Lucilfer Nao’da acınası hayatında sadece tek bir hedefle yaşardı, kuşlar gibi özgür olmak…


Aralık ayının ortalarında, kar tanelerinin sıcak bir müzikle dans ederek toprakla buluştuğu günlerde Flamence Krallığı’nın sessiz ve dumanlı atmosferinin arkasında kirli oyunlar dönmeye devam ediyordu. Kış aylarının etkisini göstermeye başladığı bu günler, şeytan meyvesi ticaretinin –karaborsasının- en etkin olduğu dönemdi ve her korsan tayfası değerli bir meyve ele geçirmek için kartlarını oyuna sürüyordu. Ne var ki; yeşil renkli, dalgasal kıvrımları olan armut şeklindeki şeytan meyvesinin peşinde sadece çaylak korsanlar yoktu. Normal şartlar altında Flamence Krallığı’na adım atamayan denizcilerin, Aralık ayında koramiralleri adaya yolladığı bilinen bir şeydi. Karargah bu meyve karşılığında yüklü bir miktarı gözden çıkarmıştı. Takas gece yarısı güney sahilinde gerçekleşecekti. Hedeflerindeki meyve ise herkes tarafından bilinmekteydi, Logia’lardan bile daha nadir bulunan Antik Zoan türü; Tori Tori no Mi, Model: Gryphon.


Saat gece yarısını vurduğunda, güney sahilinde gölgelerin arkasında saf kötülükler dolaşmaktaydı. Korsan kılığına girmiş Denizci Koramiralleri Papu Ryu ve Lero Ryu, burunlarından nefret soluyan ejderhaları Ryu-Pa ve Ryu-Le ile birlikte tehditkar bir şekilde karanlığı izliyordu. Çok geçmeden meyvenin sahibi, hırsızlık becerileri ile ün yapmış Willy Roger Tayfası göründü. Hızlı adımlarla yaklaşan tayfa, sayıca kırk-kırk beş kişi vardı. Önlerinde kaptanları Willy, sırtında bir sepet taşıyordu. Gölgelerde hareketlilik artmaya başlamış, herkesin ilk hamleyi beklediği gergin dakikalar sırtlanması imkansız yüklere dönüşmeye başlamıştı. Karanlıkta bir çift mavi göz belli belirsiz parlayıp söndü…


İlk saldırı beklenildiği üzere gölgelerde bekleyen çaylak korsan tayfalarından geldi. Bu düşüncesiz eylem ortamdaki gergin havayı yumuşatmasına rağmen, otuz kişilik tüm tayfa Ryu-Le’nin altın sarısı ateşleri ile kül oldu. Ancak fitil bir defa ateşlenmişti; gölgelerde saklanan tüm kötülük en korkunç yüzlerini ortaya çıkartıyordu, kılıçlar çekilmiş, saldırıya geçilmişti. Bu savaş alanında, ölümü kabullenmemiş kimsenin hayatta kalmasına imkan yoktu!


Koramiral Papu-Ryu, mor ejderhası Ryu-Pa’nın sırtında havalandı. Bir saniye sonra yer ve gök birçok korsan için artık anlam ifade etmiyordu. Efsanevi mor alevler korsanları kemiklerinden başka bir şey kalmayıncaya kadar yakıyor, çığlık atmalarına bile izin vermiyordu. Savaş başlamıştı ve kazanan meyveyi ele geçiren olacaktı. Ne yazık ki, kalabalık korsanların hiçbiri Koramirallere denk değildi. Ardı ardına ölüyor, kaçmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Ejderhanın sırtındaki Papu-Ryu’nun gür sesi duyuldu:

“Gerçekten denizci koramirallerini yenebileceğinizi mi zannettiniz veletler!”

Papu-Ryu tek başına tüm korsanları rahatça süpürmeye devam ederken, Lero-Ryu meyve sahibi korsan tayfasının kaptanı Willy’i kılıcının tek hamlesiyle ikiye bölmüştü bile. Bu sadece bir güç ve ya meyve savaşı değildi, bu vahşet sayesinde koramiraller tüm Grand Line’a net bir mesaj veriyordu: “Ne kadar güçlü olduğunuzun önemi yok, adalet mutlaka galip gelecektir!”


Lero-Ryu meyveyi almak için Willy’nin sırtındaki sepete eğildi. Sepeti hızlıca açtı. Ancak sepetin içinin boş olduğunu gördü. Papu-Ryu’da olan biteni fark etmişti. “Pislikler karargahı oyuna getirmişler!” diyecek oldu. Lero-Ryu susmasını işaret etti. Sessiz ve sakin kişiliği ile dikkat çeken Altın Koramiral vargücüyle haykırdı: “Bir ejderhanın koku alma duyusundan kaçabileceğini mi düşündün, hırsız!”

Ryu-Le’nin sırtına bindi ve ok gibi fırladı. Alçaktan uçtuğu için kanatları ağaçları jilet gibi kesiyor, sarı tozları çimenlere yayılıyordu. Peşinde olduğu karanlık silüet uçuruma doğru koşmaktaydı. Bu gidişle iki saniye sonra onu yakalayacaktı. Kılıcını çekti ve altın bir parıltıyla kuvvetlice savurdu. Ters giden bir şeyler olduğunu hemen anladı, ıskalamıştı! Tam tepesinde kanat seslerini duydu, başını kaldırdığında ay ışığının yansıması altında o efsanevi yaratığı gördü. Siyah şah gagasını takip eden aslan vücudu, alt kısımlarında şaha kalkmış göklerin hakimi kartalın pençeleri, arkasında bir ejderhanın asil kuyruğu ve Anka kanatları… Gryphon, Koramiral’e savunma şansı vermeden pençelerini çapraz şekilde geçirdi. Lero-Ryu çok hazırlıksız yakalandığını farkındaydı, böyle kuvvetli bir darbeyi direkt aldığı için bilincini kaybetmesine engel olamayacaktı. Ejderhası Ryu-Le burnundan sarı ateşler soluyarak efendisini gemiye doğru taşımaya devam etti. Gökte mavi gözlü antik bir canavar özgürce Ay ışığına doğru uçmaktaydı. Lucilfer Nao sonunda özgürdü, evrendeki tüm canlılardan çok daha fazla, kuşlar gibi özgürdü…
Buyrun ilk RP'miz.
Yazıldıkça ekleyeceğim buraya.
Sonun ve başlangıcın ortasında, cehennem diye tabir edilen deniz ile dünyanın en sakin denizi arası Grand Line. Dünyanın denizlerle çevrili olduğu düşünüldüğünde, kuşkusuz en kutsal mesleklerden biride gemiciliktir. Bu mesleğin vatanı bilinen ada “Derevo”. Her bireyin daha 8 yaşında çivi çakmayı öğrendiği, ahşaba şekil verdiği yer olarak dillere dolanmıştır.

2 kanat şeklindeki sıkça yağmur alan kısım Puu ağaçları ile dolmuşken, Öfke Tanrısının yıldırım, kar, ve yağmuru adanın yuvarlak kısmından eksik olmazdı bu adada.
10 yıl önce;

Yine güneşin bulutların arkasında saklandığıö yıldırım ve yağmurun eksik olmadığı serin bir gündü. Derevo ise her zamanki gibi kendini adanın dört bir yanından gelen testerinin ahşabı keserken çıkardığı sese, tahtaya çakılan çivi sesinin ahengine bırakmıştı. Gemi satın almak ve tamir ettirmek isteyenlerin en büyük uğrak noktalarından biriydi elbette, bu konuda Water 7’a rakip sayılabilirdi. Tüccar Simon, Derevo’da yakından tanınırdı. Dışardan pek güvenilir biri gibi gözükmüyordu ancak her gelişinde yüklü miktarda beli bırakırdı. Kendisi kötü şöhretli kimselerinin eli görevini görüyordu, aldığı gemileri onlara ulaştırmakla yükümlüydü, elbette payını alıyordu ancak işini harfi harfine yerine getirmeliydi çünkü bu tür insanlarla çalışmak ölüm ile koyun koyuna olmak gibiydi. İşte o gün Simon 10 gemi almak için Derevo’da bulunuyordu elinde siyah deriden evrak çantası, iki yanında ikişer korumasıyla Gemici Mann’ın tershanesine doğru yürüyordu.

Rp Out: Simon tasviri;

Mann, tek başına çalışan biriydi. Bu yüzden müşteriler tarafından çokça tercih edilmez, insanlar genelde şirketlere yönelirdi. Ama gemi marangozluğunda iş aceleye gelemezdi son derece özen gösterilmesi gerekirdi. İşte tamda bu yüzden Simon yerinin veya rütbesinin hakkını veren biriydi, o mükemmel bir gözlemciydi. İyi bir gemici ustasını, çivi çakmasından dahi anlayabilirdi.
Mann’ın tershanesi Derevo’nun gölgesinde bulunuyordu şehrin en sakin ve iş için elverişle kısmındaydı, geniş bir araziye çift taraflı tek bir vinç, sadece tek bir geminin sığabileceği bir atölye ve atölyenin hemen bitişiğinde kendisine ait bir kulübe.
Simon, yavaş yavaş ilerlerken etraftan gelen tek çekiç sesi artık sadece Mann’ın tershanesinden geliyordu, bir müddet sonra tershaneye varmıştı. Mann elinde ki çekici bıraktı ve Simon’a döndü...
Nefret ediyordu yıldırımdan, kardan, yağmurdan. Duyduğuna göre uzak diyarlarda güneş doğarmış. O kadar sıcak olurmuş ki insanlar bunalırmış. Doğduğundan beri yıldırımı duymadağı bir gün olmuş muydu acaba? Babasının söylediğine göre doğduğu gün, ne yağmur ne yıldırım ne de kar varmış, ama inanması güç geliyordu sadece. Burada geceleri insan yıldırım sesinden uyanmazdı. Çünkü bu adada ninni gibiydi, sürekliydi. Yağmur insanları rahatsız edip, mutlu etmezdi. Dreniv'in koruduğu yuvarlık kısım hariç kanatlara sürekli yağmur yağsada bu insanlar için normaldi. Özellikle sağ kanadın üst kısmında yaşayan ve işini yürüten Nave için çok normaldi. Yağmurun ahşap eve vurma sesi onu rahatsız etmiyordu, hoşuna da gitmiyordu, sadece bilmediği bir sebepten dolayı sinirliydi. "Neden?" diye soruyordu kendi kendine.

Sıradan bir güne uyanmıştıç Diğer her bir günün lanetini taşıyan sıradan bir gün. Uzaktan adanın merkezine düşmeyi hedefleyen, ama Dreniv tarafından engellenen yıldırımların sesi geliyordu, yıldırımların düşmediği saniyelerde ise tahtaya vuran yağmur sesi ve babasının çekiçle tahtayı dövmesi eşlik ediyor. Garip bir harmoni ortaya çıkarıyorlardı. Küfrederek kalktı. Her sabah olduğu gibi bu sabahta kalkmak istemiyordu. Nasıl oluyordu da babası her sabah kalkabiliyordu. Üşengeçliğine sinirlenip duvara yumruk attı. Sonradan canı yanınca sinirlenmemek için yolda yumruğunu yavaşlatmıştı. Şimdi de sinirle acı arasında kalmıştı. Daha da sinirlenip kendine küfrederek yataktan dışarı çıktı. Soğuk suyla yüzünü yıkayıp, kahvaltı niyetine şekerli pirinç patlağının üzerine süt döküp yedi. Bu adada pirinçten başka bir şey yemek lüks sayılıyordu. Öyle bir lüksleri yoktu.

Kahvaltısını bitirince merdivenlerden yavaş yavaş inip kapıdan çıktı. Babasına selam verip, çekicini almak için her zaman bıraktığı yere baktı. Neyseki bıraktığı yerdeydi. Alıp babasının gemiye yerleştirmeye çalıştığı direğe doğru ilerledi ve yardım etmeye başladı. Direği takıp sağlamlaştırmak için çivileri çakıyorlardı ki, babası elindeki çekici yere bıraktı ve girişe doğru yöneldi. İlk başta ne olduğunu göremese de, kapıda bir adamın elinde deri evrak çantası ve 2 korumayla birlikte içeri girdiklerini gördü. Adam uyuz bir tipe benziyordu, yara izleri falan vardı. Kesinlikle sorun çıkaracaklardı. Nave emindi, ama babası öylece bekliyordu. Nave beklemeye karar verdi. Babası ona sabırlı olmayı öğretmişti. Siniri içinde birikirken, adamların konuşmasını beklemeye başladı. Birileri konuşmak zorundaydı yoksa sinirden kuduracaktı. Elindeki çekici sıktı. Eli ağrıyordu artık. Daha da sinirlendi. Kaşlarını çatıp bakmaya başladı. Birileri konuşmak zorundaydı...
Rp'nin devamı;
Mann’ın kendisine doğru gelmesini beklerken tamda kendisinden beklenildiği gibi etrafı dikkatli gözlerle seziyordu. Atölyenin girişinde eski tahtalardan oluşan ve üzerinde “The Cherbaurg” yazan eski bir tabela vardı. Atölyenin tam ortasında Caravel’i andıran daha tamamlanmamış bir gemi, hemen Simon’ın soluna düşen tarafta geniş bir boya atölyesi ve tersanenin orta solunda genişçe bir envanter bulunuyordu. Arka bölüme doğru biri kuru olmak üzere iki adet havuz ve tam arka kısmın ortasında, biri geniş olmak üzere üç adet kızak bulunuyordu. Bunlara iyice dikkat kesilmişken Mann bir dakika içinde yanına gelmişti bile, yavaşça Mann’a doğru gözlerini çevirirken bir anda Mann’ın sol arkasında bir şey ilgisini çekmişti yavaşça kafasını soluna doğru götürerek ne olduğuna bakmak istemişti ve gördüğü şey, onbeş yaşlarında bir veletti onun tabiriyle. Yüzünde ve kollarında sargılar ve vücudunun çeşitli yerlerinde taze kapanmış yaraları olan içinde, çizgili bir t-shirt üzerine askılı bir pantolon geçirmiş, bir elinde çekiç ile dikiliyordu.
Derevo’ya geldiğinden beri ilk kez kendini iyi hissettiren bir şey olmuştu, ilk kez kendinden birşeyler görmüş ve gevşemişti. Evet bunun nedeni Mann’ın yanında çalışan genç delikanlıydı. Yüzünde ki daha iyileşmemiş yaralar, hırpalanmış bir beden ve kendisine doğru doğrultulmuş meraklı, bir o kadarda aç ve güçlü gözler. Aslında ondan hoşlanmıştı bile Simon. O sırada Mann sözleriyle bu sessizliğe son vermişti.

Şöyle dedi Mann;

-Ah! O benim oğlum, onun kusuruna bakmayın. Bu dönemde gençler biraz daha tez canlı oluyorlar. Burada benimle birlikte gemi yapımını öğreniyor.

Simon her ne kadar bu durumdan hoşlansada bunu yüzünde görmek imkansızdı. Onun, bütün iyi duygularının üzerini, yüzündeki çizgiler kapatmıştı. Ses tonuda artık herhangi bir kimliğe veya renge bürünmez olmuştu, artık o “Tüccar Simon”dı. Herşeyden önce işi gelen kişi.
Mann’a döndü ve;

-Senin gibi bir gemicinin yanında çırak olmayışı herkes için kötü olabilirdi.

Dedi ve sol elini yumruk şeklinde yukarı kaldırarak, işaret ve orta parmağı dik olacak şekilde tuttu ve parmaklarını bir bütün gibi ileri ve geri salladı. Solunda bulunan koruma elinde ki siyah deri evrak çantasını, iki elinin avuçları yukarı bakacak şekilde kucakladı ve Simon’ın yanına geldi. Kaldırdığı elini sol yana tutarak bu sefer de yukarı doğru ileri geri salladı Simon. Koruma, tek eliyle altından kavradı çantayı ve diğer eliyle kilit mekanizmasını kapattıktan sonra çantayı açtı. Çantanın tam ortasında beyaz dikdörgen bir kutu vardı ne plastik ne de demirdi, anlaşılan içinde ki şeyi koruması için yapılan özel bir üründü. İlginç bir mekanizmanın tam ortasında bulunuyordu, galiba bu kırılmasını önlemek içindi. Ortasında ise kırmızı renkte bir artı işareti vardı. Bunun anlamı tıbbi birşey için tasarlanmış olmasıydı. Ve devam etti Simon;

-Üç ay önce bizden arzu ettiğin ilacı getirdik. Söylemek gerekirse bulmak için yer altından bir kaç kişiyle görüşmem gerekti. Neredeyse on gemi değerinde olan bir ilaç gerçekten ilgi çekici, onu kırsaydık sanırım herşey mahvolurdu.

Mann konuşulanları dinleyen oğluna döndü ve yüzünde hafif bir üzüntü ifadesi belirdi. Simon’a dönerek;

"İsterseniz dışarıda devam edelim dedi" ve...
Ne olduğunu anlayamıyordu Nave, içeri gelip garip parmak hareketleri yapıp, bir şeyler söyleyip çıkmışlardı. İlaç ne ilacıydı, babasının sürekli öksürmesi ile bir ilgisi olabilir miydi? Sinirler Nave'in beynine sinir yüklerken başı ağrımaya başladı. Elindeki çekici yere attı düşünmeden. Ayağına düşen ve canını yakan çekice tekme atıp, baş parmağını da incitince artık tamamen kaçırdı keçileri. Sinirden ne yapacağını bilemiyordu. Babası ve adamlar dışarı çıkmışken, tersaneyi dağıtmak üzereydi. Serinlemek için tersanede ki havuzlardan birine elbiseleri ile atladı. Lanet olası su çok soğuktu ve şimdi elbiseleri sırılsıklam olmuştu. Havuzdan çıkıp soyundu, don atletle kalmıştı ki, kapıya doğru yürüdü, neden ilaç getirmişlerdi ve 10 gemi değerinde demişlerdi. Babasının bahsettiği 10 gemi siparişi sadece o ilaç yüzünden miydi? Bu yüzden mi pirinçten başka bir şey yemiyorlardı. Adamlara sinirlendi ama güçlü değildi, bir dövüş sanatında ustada değildi. Tek bildiği gemi yapıp sağı solu yumruklamaktı.

Bu fikirler daha fazla sinirlendirirken onu kapıya doğru yaklaşıp yere oturdu. Sinirini bir şekilde bastırmak istiyordu. Kafasını yere koyarak, babasının dediklerini düşündü. Kapıda “The Cherbaurg" yazan eski tabelaya baktı. Anıları geliyordu aklına, babasının bu tabelayı anlatışı. Water 7'ın her zaman kazandığı en iyi gemi tersanesi ödülünü, nasıl adaya kazandırdığını. Babası ile gurur duyuyordu, babası ona sinirlendiğinde ve tersaneye zarar verecekken bu tabelaya bakmasını ve bugünü hatırlamasını söylemişti. Yıllarca en iyi gemi ustalarının yarıştığı, gemi tersanesi ödüllerini, asla kazanamayan Derevo'ya katılan süpriz isim Mann, herkesi şaşırtaracak ödülü yıllardır kaptırmayan Water 7'dan almıştı. Tüm adada saygı duyulan bir isim haline gelmişti o günden sonra. Gözlerini açınca biraz sakinleşmişti. Kapıya doğru yaklaşıp ne konuştuklarını dinleyecekti...
Rp'nin devamı..
Yüzünde ki ifadeden anlamıştı Simon durumun vehametini ancak onda, bir babanın oğluna olan hislerini anlayacak hassasiyet yoktu. Bu durum onun için fazlasıyla anlamsızdı ama başkalarının duygularına saygı duymayacak biri değildi. Özellikle iş konusunda ne yapması gerektiğini gerçekten iyi biliyordu.

İki eli açık şekilde omuzlarına doğru kaldırarak;

"Madem öyle" dedi.

Ve parmağını şıklattıktan sonra dışarıya doğru devam etti, çakıl taşlarının çıkardığı sesin eşliğinde. Aynı anda adamları çantayı kapattıktan sonra Gemici Mann'ın, Simon'a eşlik edebilmesi için Mann'ın dışarıya hareket etmesini bekliyorlardı. Bu tür ikili görüşmelerde tarafların rahat olması için uzakta beklemeleri talimatı almıştı yakın korumaları, Simon'dan. Aynı zamanda Mann biraz buruk şekilde ilerlemeye başladı. Oğlunun duyamayacağı bir mesafeye kadar Simon ile yürüyecekti ki, içeriden ufak bir gürültü gelmişti. Atölyeden geliyordu, birşeyler düşmüş olmalıydı. Sesleri duyunca arkasına döndü Simon. Ve araya girdi Mann;

-Aldırış edecek bir şey yok. Biraz sakardır, bazen ortalığı yıkar böyle.

Gülerek döndü Simon ve;

-Gerçekten bir aile sahibi olmak nedir bilmiyorum. Açıkçası bir anlam veremiyorum ama o çocuktan hoşlandığımı söylemeliyim. Bende gençliğimde onun gibi deli doluydum. Hahaha!

Dedi ve devam ettiler konuşacakları yere kadar. Çok geçmeden duraksadı Mann. Sanırım burası konuşmak için uygun bir yerdi. Ve söze girdi;

-İlaç için verdiğim zahmetten dolayı özür dilerim. Gerçekten oğluma birşeyler bırakamadan öleceğimi düşünüyordum. Doktorların, bu denizde beni iyileştirecek birinin olmadığını söyledikleri günden beri içim içimi yiyordu. Belki vardı ama bedenimin öyle bir yolculuğu kaldırabileceğini sanmıyorum.

Derken araya girdi Simon,

-Hey ihtiyar! Bu kadar içerlemenin iyi olmadığını düşünüyorum. Özverili bir şekilde bizden istediğini getirdik. Sende anlaşmaya uyup bizim istediğimiz on gemiyi, özverili bir şekilde bitirmelisin! Aksi taktirde bu nazik ve anlayışlı mizacımı kaybedebilirim. Ve eğer öyle olursa işler hiç istemediğimiz bir hal alabilir.

Durumun farkındaydı Mann. Kendini biraz daha toplayarak doğruldu ve devam etti;

-Bunun farkındayım. El sıkıştığımız günden beri farkındayım. Rehavete kapılmak huyum değildir ama bu durum çok farklı.

Devam etti Mann, daha kararlı bir şekilde,

-Anlaştığımız gibi o, on gemiyi bitireceğim. Şu sıra zaten bir tanesine başlamış bulunmaktayım.

Simon'a saçma gelmişti bu durum. Çünkü anlaştıkları gün herhangi bir geminin planını ona vermemişti veya sözlü olarak betimlememişti. Araya girerek;

-Sana projeleri verdiğimi hatırlamıyorum. Nasıl başlamış olabilirsin!?

Diyerek çıkıştı.

Hafif bir gülümse belirdi Mann'ın yüzünde, sanırım buruk halini atlatmıştı.

-Gemici Mann olduğumu unutuyorsunuz sanırım! Bir gemi dışarıdan ne kadar farklı gözükürse gözüksün, bazı aksanları her zaman aynıdır! Tabi bunu bir tüccarın anlaması oldukça güç.

Dedi coşkulu bir edayla.

Mann'ın kendine gelmesine hoşnut olan Simon, gülümseyerek veda etmeden önce ki son sözlerini söyleyecekti.

-Hahaha! İşte bu harika. Hahaha!

Derken korumalarına eliyle işaretler vererek yanına gelmeleri talimatı verdi Simon. Bir eliyle ilaç olan çantayı uzattı Mann'a ve ekledi;

-Bu elimde tuttuğum çanta demek oğlun içindi. Ona birşeyler verebilmek için biraz daha yaşamaya karar verdin. Gerçekten anlam veremiyorum. Hahaha!

İlaç olan deri çantayı aldıktan sonra Mann, Simon'ın diğer korumasından istediği çantaya dikkat kesilecekti.

-Bu elimde tuttuğum çanta ise sözleştiğimiz gibi, senden istediğimiz on adet geminin projelerini içeriyor. Alıcıların özel olarak istediği tasarım ve temaları içeriyor. Gerisi zaten bir gemicinin işi.

Bir an duraksadıktan sonra,

-Ah! Az kalsın unutuyordum içine bir miktarda para bırakıyorum. Sağlığın kötüye giderse kullanman ve tabi ki yeme ve içmene dikkat etmen için. İşimin aksamasından nefret ederim!

Dedi ve arkasını dönerek ilerlemeye başladı. Korumaları ise Simon'un peşine takılıp tersaneden ayrılmaya koyuldular.

Ancak bu durum anlaşmada yoktu. Biraz şaşırmıştı Mann. Sebebini merak ediyordu ve soracaktı,

"Böyle birşey anlaşmamızda yoktu. Bunu yapmak zorunda değilsin. Bu da ne demek oluyor!?" dedi sızlanarak Mann.

Bir müddet sonra duracaktı Simon ve bir kaç şey söylemek için sadece başını yana çevirecekti. O sırada atölyeden çıkan, don atlet sırılsıklam olan veledi görecekti. Yüzünü bir gülümseme alacak, içten içe onunda duymasına istercesine aldırış etmeden son sözlerini söyleyecekti;

-Eğer o on adet gemiyi alamazsam, sana bıraktığım bir miktar para kaybedeceğim şeyler yanında bir hiç! Karanlık bir el olmak nedir biliyor musun? İş yaptığım insanlar işe yaramayan bir ele ne yapar biliyor musun? Tabi ki bunu bir gemi marangozunun anlaması oldukça güç! Hahaha!

Dedi ve ayrıldı tersaneden, Tüccar Simon.
"Ne dedin sen?" diye çıkıştı düşünemeden. Sesi çok yüksek çıkmamıştı, tekrar bağırmak istedi çok sinirlenmişti. Babasını nasıl böyle bozabilirdi bu adam? Sinirini bastırmak için, sağ başparmadığını sol başparmağı ile işeret parmağı arasına alıp , beynine giden kanı parmağına almak için sıktı. Biraz sakinleşip babasının yanına gidecekti, sinirli bir şekilde giderse sadece soruna neden olurdu. Güçlü değildi, dövülmeyi hiç öğrenmemişti, hiçte öğrenecek gibi değildi zaten. Babası ona temelleri öğretmek istemişti, ama babasının bu sinirle devam edersen çok dayak yersin lafından sonra duvara kafa atıp ayrılmıştı evden, saatler sonra gelince bir daha da konusu açılmamıştı.

Islak kıyafetleri yüzünden üşümeye başlamıştı Nave, uzakta yıldırımlar düşerken, soğuk hava gittikçe daha da etkisini gösteriyor gibiydi. Uzakta bir güneş batıyor olmalıydı, çünkü normalde hep karanlık olan ada daha da kararıyordu, ya da bulutlar mı kalınlaşıyordu. Kar mı yağacaktı acaba? Yoksa bu lanet yağmur bu toprakları dövmeye devam mı edecekti. Bu ağaçlar sonsuza kadar büyüyecek miydi? Yoksa Mir güneşi gösterecek miydi onlara? Hiç güneş görmemişti, muhtemelen hiç te görmeyecekti. Neden bu kadar görmek istiyordu bilmiyordu aslında, duyduğu kadar Güneş yakar ve terletirmiş, hoş şeyler değil. Ama ay.. Ayı kesinlikle görmek isterdi.

Gecenin gözü, muhteşem güzellik. Ayı da hiç görmemişti, ama güneşten daha çok merak ediyordu. Bir gün görebilmeyi umdu. Adamlar uzaklaşınca babasına elindeki çantaların ve ilaçların ne olduğunu soracaktı, ama önce içeri girmeyi teklif edecekti...
Npc Günlükleri 1
Kaptan Ojo De Dios
Grand Line, korsanların bir zamanlar hüküm sürdüğü, ülkelerden vergi aldığı, istediklerini yaptıkları zamanlar geçeli çok olmamıştı. Tapınakçılar tarafından kurtarılan bu lanetli deniz, şimdi Marine'nin kontrolü altındaydı. 23 yaşında ki Dios Grand Line'a atanalı çok olmamıştı. Memlekti West Blue'dan güvenli bir biçimde Calm Belt üzerinden gelmişti Grand Line'a. Efsaneleri kendi gözleriyle görmek için, geminin en üst noktasına tünemiş, etrafı izliyordu. Bir korsan gemisi, bir suçlu arıyordu kırmızı gözler. Hava sıcak ve ılık bir rüzgar saçlarını tararken, şeytani bir gülümseme belirdi. Uzakta, çok uzakta siyah bir bayrak dalgalanıyordu. Dios aşağı bakıp, üstü olan Tuğamira Boden Mann'a bağırdı. Esmer adam yukarı bakıp, sonra ufka siyah bayrağı aramaya koyuldu. Nihayet gördüğünde 2 dakika geçmişti bile. Boden Mann askerlere korsan tayfasını tanımlamalarını emretti. 3 denizci aynı anda selam durup içeri kaptan odasına doğru koşmaya başladılar.

Aradan geçen 5 dakikadan sonra geldiklerinde, korsan tayfasının Yeni Dünya'ya girdiği bilinen Heikko korsanları olduğunu belirttiler. Tuğamiral'in gözünde oluşan süphe Dios'un gözünden kaçmadı. Ama o emir vermediği sürece saldıramazlardı. Ne olursa olsun bu korsanları denize gömmeyi istiyordu. Bu yüzden gemide ki herkesi ilüzyonu altına aldı. Sanki korsan gemisi saldırıya uğramış ve batmış gibi gösteriyordu. Sonra esmer Tuğamirale bağırdı.
"Gidip bakmalıyız bence. Ölmeyenlerin kafasını karargaha hediye olarak götürürüz." dedi.
Tuğamiral bu hediyeye hayır diyecek bir adam değildi. Daha önce North Blue'da şans eseri yakaladığı korsanlar sayesinde bu rütbeyi almıştı. Tekrar aynısı yapacaktı. Güçsüz değildi ama kurnaz bir adamın yapması gerektiğini yapıyordu. Askerlere emir verip, korsan gemisinin enkazına doğru yol almaya başladılar. Arada bir kaç kilometre kalmıştı ki, Dios aşağı bağırdı.
"Ben önden gidiyorum. Orada görüşürüz."
Tuğamiral için sorun değildi bu, böylece ölmeyenlerle de uğraşması gerekmeyecekti, Dios bütün işi yapacaktı ve tüm ödülü Tuğamiral alacaktı. Ağzı kulaklarında gemiden ayrılan kırmızı gözlü kargaya el sallıyordu. Hakkında duydukları geldi aklına. West Blue'nun kırmızı gözlü şeytan kargası. Korsan gemileri birden fazla gözcü tutmaya başlamışlardı. Ufukta görülen tüm kargalara ateş açılmasına neden oluyordu korkuları. Güçlerini hiç görmemişti, sadece kargaya dönüşüp, kanat çıkardığını görmüştü. Efsanelerde ki ilüzyonu görmemişti henüz. Bu düşünceler aklından geçerken Dios neredeyse enkaza varmıştı ki, bir anda Tuğamiralin gözleri kendini yanılttığını düşündü, yanan ve paramparça olan enkaz gemi hiçbir şey olmamış gibi denizin üzerinde yüzüyordu. Dios'a küfür ederek gemiyi durdurmalarını emretti.

Dios dönüp duran gemiye baktığında, menzilden çıktığını anladı ama geri dönmek gibi bir niyeti yoktu. Karga geminin üzerine gelip 3 kere üstünde daire çizdi ve ölüm şarkısını söyledi. Geminin direğine kondu ve kırmızı bir aura karganın etrafından gemiyi sarmaya başladı. Birden denizde bir gürültü koptu ve kocaman bir şeytan yeri yararak gökyüzüne kadar uzandı. Şeytani bir ses tüm denizi dolduruyordu.
"Benim bölgemden geçenler, cehenneme düşecekler."
Güvertede toplanan korsanlar şeytana top atışına başladı, ama rahatsız olmayan şeytan parmağını güverteye doğru tuttu. Tayfanın yarısını diğer yarısına şeytan olarak göstermeye başladı, diğer yarısı da rakiplerini şeytan olarak görüyorlardı. Tüm tayfa müthiş bir dövüşe başlarken, karga ve şeytan yukarıdan tayfayı izliyorlardı. Bu sırada esmer Tuğamiral korkup karargaha doğru yola çıkmıştı. Kendi kafasına göre iş yaptığı için suçlu olan Dios'tu. Tüm gemi buna şahitlik edebilirdi.

Yaklaşık 1 saatten sonra gemide kalan 8 kişi yorgunluktan bitap düşmüşken, kanatlı bir insan güverteye inip tüm ilüzyonıu bozmuştu. Geminin kaptanı nefretle bakarken kırmızı gözlü şeytana, merhamet için yalvarmaktan başka bir şey yapamıyordu, ama şeytan zalimdi, kırmızı aura sararken tekrar etrafını, gemideki herkes çığlık atmaya başladı. Hepsi cehennemde yandığını görüyordu.
"Cehenneme düşeceğinizi söylemişti. Duymadınız galiba." dedi usulca.

7 gün sonra.
Denizci Karargahı
"Amiral Nudillo! Efendim beyaz bayrak çekmiş garip bir gemi ve kırmızı gözlü uçan bir adam bu tarafa doğru geliyor. Ateş açmamızı ister misiniz efendim?"
"Sonunda geldi demek pislik. Bırakın girsinler."
7 günün sonunda karargaha korsan gemisiyle birlikte dönen Dios, başta tepki görsede, korsanların kimliğinin onaylanması sonucu tebrik edilip Tuğamiral rütbesine yükselmiştir. Boden Mann'ın bulunduğu gemide sorumlu kişi olan Dios, o günden sonra Kırmızı gözlü Şeytan Karga olarak bilinmiştir.
Grand Line'da korsanlar birbilerine kırmızı gözlü bir karga görürlerse intihar etmeleri gerektiğini söylerlermiş. Çünkü kargaya yakalananlar 7 gün 7 gece cehennemde yanarlarmış, en güçlü korsanlar bile en sonunda ölmek için yalvarırmış...
Npc Günlükleri 2
Hagane Kai
11 sene önce..
South Blue'da..

14 yaşından öncesini hatırlamıyordu. Gözünü açtığında gördüğü, yaşlı bir adamın oturduğu yerde uyuya kaldığı, ve odada ki tek yatakta yattığıydı. Ne ses çıkarabiliyordu, ne de hareket edebiliyordu. Gözünü kapattı. Tekrar açtığında adam orada yoktu. Dışarıya baktığında geçen seferden beri belli bir zaman geçtiğini biliyordu. Çünkü güneşin dolduğu odada, gölgelerin yerleri değişmişti. Bu belli bir zaman geçtiğinin kanıtıydı. Ama gölge ters yönde ilerlemişti. Bu başka bir güne geçildiğinin kanıtıydı. En azından 16 saattir uyuyor olmalıydı. Ayağa kalkmaya çalıştı ama, hem sırt bölgesi hem göğsü acıyordu. Zorladı ve tek seferde kalktı ayağa. Yaşlı adamı arıyordu ama göremedi. Dışarı çıktı. Sert bir rüzgar karşıladı önce onu. Sanki içeride tutmaya çalışıyordu onu. Aştı rüzgarı ve mükemmeli gördü. Dağın tepesine kurulmuş küçük bir kulubeden çıkan küçük adam. Tanrı'nın tahtından dünyayı izliyormuş gibi, baktı aşağıya. Ormanları, denizi, nehirleri, göller ve gölcükleri, şehirleri görebiliyordu. Ve mükemmeliği görebiliyordu. Oturdu kayalığa ve rüzgarın ve manzaranın tadını çıkardı. Tüm ağrıları rüzgar tarafından taşınıyordu sanki, tüm arzularını karşılıyordu manzara. Arkasından duyduğu sesle irkildi birden. "Hoş manzara değil mi?". Yaşlı amcaydı bu. Bir şey demedi. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Çünkü tanıyıp tanımadığını bile bilmiyordu karşısında ki adamı. Hatırlamıyordu hiç bir şey. "Güzel manzara. Hiç bir şey hatırlamıyorum. Sizi tanıyor muyum?" diye sordu yaşlı adama. "Hayır. Geçen gece seni denizde sürüklenirken gördüm buraya getirdim, 4 gündür uyuyorsun." dedi. O kadar uzun süre uyuduğunu bilmiyordu.

"Bir süre daha kalmama izin verir misiniz? İyileştiğim anda gideceğime emin olabilirsiniz." dedi ve cevap bekledi. Yaşlı adam kafasıyla onayladıktan sonra, içeri geçip uzanmaya devam etti. Uyandığında yaşlı amca tekrar yoktu. Dışarı çıkıp manzarayı izlemeye başladı. Amca çok geçmeden geldi. Elinde balıklar vardı. Pişirdi ve birlikte yediler. Yaşlı amca başladı "Yaralarına bakarsak yüksek bir yerden düşmüş olmalısın. Başını vurmuşsun anladığım kadarıyla, hafızanı kaybettiğine bakılırsa." diyerek. Karşılık vermedi. Uzun zamandır yemediği için çok aç hissediyordu kendini. Yemeğini yedi ve düşünmeye başladı. Her ne kadar yaşlı adam kalmasını dert etmese de bir süre sonra onu kovmak isteyecekti, bu durumda henüz terk etmeyi göze alamazdı burayı. Yaşlı adamı öldürebilirse bu cennete sahip olabilirdi. Hem yaşlı bir adamı öldürmenin ne zorluğu olabilirdi ki. Plan yapmaya başladı, uyuduktan sonra yaşlı adamı öldürebilirdi, ama işini garantiye almak için masada duran bıçaklardan birini el çabukluğuyla, kıyafetinin koluna sıkıştırdı. Yemek için teşekkür edip müsaade istedi. Yatağa dönüp gözlerini kapattı, ama bilinci açıktı. 3 saat sonra yerinden kalktı ve dışarı çıktı, yaşlı adam tepede, bir tentenin altına serdiği minderde yatıyordu. Kai yavaşça yaklaştı, rüzgarı karşısına alacak şekilde ilerliyordu, bu durumda yaşlı adam geldiğini fark etmezdi, sürünerek ve ses çıkarmadan ilerledi ve bıçağını kaldırıp, yaşlı adamın göğsünü işaretledi. Bıçağını indirip kumaşın yırtılma sesini duydu, ama deldiği minderdi, et değil. Sağ tarafından yüzüne tekme yiyip, yuvarlanana kadar 1 saniye olmamıştı bile. Bu adam öylesine yaşlı bir adam değildi. Böylesine bir hız herkesin sahip olacağı bir şey değildi. Tepe boyunca yuvarlanıp, uçurumun ağzına kadar gelmişti. Düşmeden önce tutunmayı başarmıştı ama, her yeri ağrıyordu. Sabah cennet gibi görünen yer, şimdi tam bir cehennem gibiydi. Düşerse öleceğini biliyordu. Bıçağı da elinden düşürmüştü, sol eli tepeyi tutarken, sağ eliyle de tutunacak bir yer arıyordu. Ayağını koyacak bir yer, basacak ve ya tırmanacak bir çıkıntı arıyordu. Ayak sesleri duyana kadar uçurumdan tırmanmaya çalışıyordu ama ayak sesleri umutsuzluk salıyordu. Her bir adımda kolundaki gücü kaybediyordu sanki, sonunda ayakları gördüğünde pes edecekti, yaşlı adam kolunu uzatıp yakaladı onu.

Piç sebepsiz yere beni öldürmeye çalışma.” deyip arkasına fırlattı. Kai yattığı yerde kaldı.
Artık kimseyi öldürmeyeceğime yemin ettim, neredeyse yeminimi bozduracaktın bana. Daha denizcilik yaptığım zamanlarda, adı duyulmuş zalim bir korsanın ailesiyle birlikte burada yaşadığını haber almıştık. Bir gemi dolusu adam buraya o korsanı almaya geldik, ama burada yoktu. Gözüm dönmüştü, karısını ve 5 yaşındaki oğlunu soğuk kanlılıkla öldürdüm, cesetlerini bu uçurumdan aşağı atacakken fark ettim hatamı. Tanrı’nın yarattığı bu manzara karşısında fark ettim ne kadar küçük olduğumu, ne kadar küçük olduğumuzu.
"
Küçük mü? Kai’nin manzarayı gördükten beri aklında tek bir düşünce vardı. Bunu yaratan Tanrı’ysa, yok eden ne olurdu? Kai kesinlikle gücünün ötesine varacaktı, insan potansiyeli küçük olmaktan çok uzaktı, Kai kesinlikle Tanrı olacaktı. Ama önce güçlenmesi gerekiyordu. Bunun için yaşlı adama yalvarması gerekmişti, ama yaşlı adam birkaç hafta sonunda onu eğitmeyi kabul etmişti. Ona denizci kor-amiraliyken korsan gemisinden aldığı bir şeytan meyvesi vermişti. Çelik üretmesini sağlayan bu meyve ile Tanrı olma yolunu açacaktı...

5 sene önce..
South Blue'da..
Ay ışığı, tutarlı, ayarlı ve mükemmel. Saatlerce baksan bile yakmaz gözlerini, aksine gün ışığının. Korkutmaz karanlık gibi. Ay ışığı, gece, çiftleşmek için haykıran tüm canlıların uyuduğu, ağaçların bile insanlık için oksijen vermek yerine tükettiği oksijeni, kötülüğün hüküm sürdüğü, karanlığın gizlediği her şeyi... Uzandığı salda dinlerken geceyi ve gözlerken ay ışığını, tüm dertlerinden uzakta, Tanrı'ya hayranlık ve kıskançlık duyarken, içinde ki hırs her bir saniye daha da büyürken küçük dalgalar taşıyordu salı sarsarak.

Kai kadere inanırdı. Hemde mutlak kadere. Gerçekten beyninin uç noktasında gitmek istediği bir yer yoksa genelde salı kendi haline bırakırdı. Kader onu gitmesi gereken yere taşıyacaktı. Eğer aklında gitmek istediği bir yer varsa, zaten kader böyle istediği içindi. Eğer gittiği yerde başına bir şey gelecek olursa bu kader istediği için olacaktı. Pişmanlık duymazdı, çünkü hiç bir şeyin sorumlusu kendisi değildi, yaşamak için herkesi, her şeyi katledebilir, çünkü kader böyle istemiştir. Tanrı olması da kaderinde olan bir şey. Yoksa neden kader o manzarayı göstermişti ona, ya da neden vermişti bu güçleri ona. Tanrı olacaktı ve bunu durduracak kimse yoktu.

Doğruldu salda birden, aniden. Dengesizlik sarsılmasına neden oldu, ama ağırlığını kullanarak salı dengeye aldı. Etrafına bakındı, neredeyse 2 gündür denizdeydi, kader böyle arzu etse de sıkılmaya başlamıştı Kai. Dolunayın aydınlattığı, ve gözünün görebildiği dünyada kara parçası göremese de, insan kokusu aldığını hissediyordu. Yakınlarda bir ada bulacağından emindi. Dalgalar büyümeye başlamış gibi hissediyordu. Bu gelgitin etkisi olabilirdi. Gelgit hissediliyorsa, yakında denizin çekildiği bir kara parçası olmak zorundaydı. Güneş doğmadan önce uyumaya karar verdi. Hesaplarına göre 5 saati filan kalmıştı güneşin doğmasına. Uzandı tekrar salda ve kapadı gözlerini karanlığa. Ay ışığının Tanrısal etkisi göz kapaklarını deliyordu sanki, arzularını kabartmıştı bu manzara. Kendisini bir tahtta yıldızların arasından dünyaya bakarken hayal etti. Bu rüyayla uyandı sabaha. Kalktı ve güneşe baktı. Doğalı 1-2 saat olmuştu. Ceketini çıkardı, gecenin soğuğundan ziyade 1-2 saatlik güneş etkisi terlemesine sebep olmuştu. Gömleğini de çıkarıp suya koydu. Koltuk altını, boynunu ve yüzünü yıkadı. Biraz serinlemek için ayaklarını da suya koydu. Sala serdi kıyafetlerini ve etrafına bakındı bir kara parçası görebilmek için rüyasını hatırlarken.

Dünya küçücük görünüyordu, yıldızlar arasından. Ve Tanrı elinde büyük bir çelik top oluşturup bıraktı dünyanın üzerine. Büyük top dünyayı delip geçerken, çığlık sesleri yıldızlara ulaşıyordu, ve gülümsedi Tanrı, aynı anda Kai...

İnsani arzular, yavaşta olsa ele geçirmeye başlıyordu Kai'yi. Açlık zalim bir düşman gibi saplarken kordan kılıcını midesine, kulaklarında ki dalganın kıyıya vurduğu sesler rahatlatmıştı onu. Kader yine yüz üstü bırakmamıştı onu. Martılar çirkin sesleriyle söylerken şarkılarını, burnundan giren merhametli bir nefes, yakında bir yerde balık piştiğini söylüyordu. Tekrar sıyrıldığında hayal dünyasından, baktı etrafına ve gördü Kader'in seçtiği yeri. Yaklaşırken salıyla toprağa, koparken her bir saniye denizden, yeşili kokladı gözleri, sanki bir huzur çukuruna düşmüşçesine, yeşilden başka hiçbir şey görmezken gözleri, temiz havanın bedeniyle sevişmesine izin verdi. Girerken gözeneklerinden temiz hava, döngüyü tamamlamak için karbondioksit saldı doğaya. Doğadaki saniyelik görevini yapmış olmanın verdiği huzurla ilerledi kıyıya doğru.

Yaklaştıkça her saniye kıyıya, şeytanın nefesini görmek kolaylaşıyordu. Adanın arkasında soluyan şeytan havaya kötü gaz salarken, her an patlayıp yok edebilecek gibi duruyordu koca adayı. Yanardağ tehlikeliydi, ama kader bu adayı uygun görmüştü Kai için. Pişmanlık duyacak bir şeyi yoktu. Usulca ilerledi adaya. Ne kadar zamanı olduğunu bilmiyordu ama, adada bir mola verip, geçici de olsa karnını doyurması gerektiğini biliyordu. Bu ormanda yiyecek bir şeyler bulacağından emindi. En kötü ihtimal balık kokusunu takip ederek doyurabilirdi karnını.
Deniz taşırken onu kıyıya, planını tamamlamıştı. Kıyıya varır varmaz, adanın kıyı uçlarında dolaşıp yiyecek bir şeyler bakacaktı, sonra yeri ve yanardağı dinleyip tahmini bir hesap yapacaktı. Uzman olmasa da yerdeki titreşimler ve havadaki gaz oranı volkanın tahmini patlama zamanına dair ipucu verebilirdi. Rüzgarın nereden estiğini ölçüp, balık kokusunu ona getiren yere ilerleyecekti, eğer volkan patlayacak gibi olursa salıyla kıyıdan adanın etrafını dolaşacak, yiyecek için ormanın derinliğine ilerlemeyecekti. Risk almak mantıksızdı…

Fazla düzenli ve fazla sessizdi, tesadüf olmayacak kadar biçimliydi ağaçlar. Etrafında ki tek canlı da kendisiyken kuşku duymuştu bu adadan. Tek bir insan bile yokken etrafta, pişmiş balık kokusu nereden geliyordu? Yanardağın etkisiyle miydi? Şimdiden akmaya başlamış mıydı lav? Bu durumda geçtiği meyve ağaçlarından meyve toplayıp tekrar yola çıkması mantıklı olurdu. Ama merak insanları asla bırakmazdı. Beyninin ucunda oluşan merak dürtüsü, kaderin isteği miydi? Yoksa insani zayıflığın bir eseri mi? İnsani bir zayıflık yüzünden ölecek miydi şeytanın kanında, yoksa Kader kurtaracak mıydı onu böylesine dehşet bir kaderden?

Bilinmeze doğru ilerlerken, kaderin çatalına vardı. Yol ayrımları Kader’in en sevdiği oyundu. Birinde ölüm diğerinde sonsuz acı olurdu genelde. Ama iki türlüde iyi bir yere çıkan yol geri dönmekti. Ama insanoğlu merakla yaratılmıştı. Bu yüzden Kai devam etmeye karar verdi. Beyninin ucundaki dürtü Kaderin emriydi. Akla gelen ilk düşünce, uzun süre önce karar kılmıştı buna. Bu dürtüyü takip edecekti…

İkiye ayrılan yolun ağzında durup düşünürken sonraki hamlesini, gözlerini kapatıp dinlemeye başladı. Önce sadece dinledi, belki bir canlı sesi duyma umuduyla, kokladı sonra, balık kokusunu almak için tüm sinirlerini kullandı. Hissetti sonra, rüzgarı ve titreşimleri, sonra bütün duygularını kapattı ve içgüdülerine yoğunlaştı. Tehlike var mıydı? İçgüdüleri bugün sessizliğini koruyordu. Kader böyle uygun gördüyse uymaktan başka seçeneği yoktu Kai'nin. Kıyıya yakın yoldan yürümeye başladı. Gizemi çözmek istiyordu. Risk almıştı belki, ama kader böyle uygun görmüştü. Pişmanlık duymayacaktı...

Kaderin aydınlattığı yolda yürürken, önü görünmez karanlıktı. Kader onu bir uçuruma mı, yoksa bir altın dağına mı götürüyordu? Bunu bilmek imkansızdı. Sağ taraftaki yolu seçip ilerlemişti, ama garip bir şey yoktu. Sıradan bir yol gibi görünüyordu. Sağ tarafından dalganın kıyıya bıraktığı hırçın öpücükleri duyuyordu.

Biraz daha ilerledikten sonra bazı ağaçların üzerinde gördüğü delikler, daha da meraklanmasına neden olmuştu. Hiç bir canlı varlığa rastlamadığı adada, sincap deliklerine benzeyen deliklerin anlamını çözememişti. İçgüdüleri yardımcı olmasa da burnu işlevini hala tamamlıyordu. Belli bir yürüyüşten sonra karşıdan, sanki gelme diye yalvaran rüzgar balık kokusunun kesilmesine neden olmuştu. Balıklar ilerlediği yönde değildi yani. Yolu terkedip, tekrar balık kokusuna yönelecekti ya da bu gizemli rüzgarı takip edecekti. Aklında ki dürtüye bıraktı kararı ve yürümeye devam etti.

İlerledikçe rüzgar şiddetini arttırıyordu, ceketi arkasından dalgalanırken, saçları rüzgarla yüzünü tarıyordu. Kulaklarında ki küpeler boynuna vuruyordu. Ceketini kapattı ve yürümeye devam etti. Rüzgar kulaklarını doldururken şarkısıyla, ahengi bozan çıtırtı sesleri bir an irkilmesine sebep oldu. Bir canlıya ait ilk izler ortaya çıkmaya başlamıştı. Sese yöneldi hemen, sonra arkasını güvene almanın iyi olacağını düşündü. Bu klasik taktikti, ses çıkarıp arkadan saldırmak. 3 kişilik bir saldırı taktiği, ya da daha fazla. Ağaçlar ve çimenlere mesafesini koruyarak içlerini görebilmek için hareket etti. Gözlerini ve kulaklarını açtı ve bir hareket bekledi. Hareket etmeye devam etti, kolay bir hedef olmayacaktı...

Akıl, çarpıtırken en ufak ipucunu, hayal gücü desteklerken korkunç görüntülerle, bir çıtırtı bir komploya dönmüştü. Kai Bir tavşanı 3 adamlık saldırı timi sanarken, tombul tavşan çalıların arasından göstermişti kendini. İşte bu iyi yemekti. Kai hemen hareketlendi, daha farkına varmasına bile izin vermeden tüm hızıyla tavşanı yakalamak için hamle yaptı. Kulaklarından yakalayabilirse boynunu kıracaktı tavşanı, sonrasında etraftan kuru dal toplayıp ateş yakacaktı.

Normalde bu rüzgar ateş yakmasına engel olurdu, ama ateşi bir ağacın arkasında yakıp, sadece bir kısmını rüzgarda bırakacak olursa, iyi bir körükleyici olurdu bu rüzgar. Ayrıca kokuyu sadece geldiği yöne taşırdı bu rüzgar, geldiği yerde kimse olmadığı için kokunun oraya taşınması o kadar da büyük bir tehlike yaratmazdı. Yemeğini yedikten sonra, rüzgarı takip edip neler olduğunu görebilirdi...
Ada çizimleri.
@Roo Gm'nin çizdiği, evrenimize ait bir adanın haritası.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Biraz alt yapı yapmak için 4 deniz daha iyi olur sanki. Doğrudan Grandline ve aksiyona gireceksek, nereden geldiğimizi birazda yaşadığımız maceraları anlatmak lazım. Bana fark etmez.
 
Bence de 4 denizden başlamak daha gerçekçi olur. Hatta herkes tayfasını yada grubunu RP içerisinde bulursa tadından yenmez.
 
Son düzenleme:

Roronoa Zoro

Bekledigimden cabuk ilerledim. Pazartesi gunu buradaki sonuclara gore bir stat sistemi cikarip, karakter olusturma formunu yazacagim. Sonra uyelik alimlari baslar. Sonrasinda gitmeye haziriz.
 

HrrGarr

Kardeşim tabiki dört deniz sonuçta bizim oluşturacağımız karakterler hep yeni yetme genç karakterler veya tanınmayan karakterler olacak direkt başladığımızda elimizde 50milyon belilik karakterler olmayacak sonuçta hiç aranmayan karakterlerle başlayacağımız için dört deniz diyorum
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık