Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[Tartışma] One Piece Rpg

  • Konbuyu başlatan Roronoa Zoro
  • Başlangıç tarihi

4 Deniz mi Grand Line mi?


  • Kullanılan toplam oy
    70
  • Anket kapatılmış .

Roronoa Zoro

Npc Günlükleri 1
Kaptan Ojo De Dios
Grand Line, korsanların bir zamanlar hüküm sürdüğü, ülkelerden vergi aldığı, istediklerini yaptıkları zamanlar geçeli çok olmamıştı. Tapınakçılar tarafından kurtarılan bu lanetli deniz, şimdi Marine'nin kontrolü altındaydı. 23 yaşında ki Dios Grand Line'a atanalı çok olmamıştı. Memlekti West Blue'dan güvenli bir biçimde Calm Belt üzerinden gelmişti Grand Line'a. Efsaneleri kendi gözleriyle görmek için, geminin en üst noktasına tünemiş, etrafı izliyordu. Bir korsan gemisi, bir suçlu arıyordu kırmızı gözler. Hava sıcak ve ılık bir rüzgar saçlarını tararken, şeytani bir gülümseme belirdi. Uzakta, çok uzakta siyah bir bayrak dalgalanıyordu. Dios aşağı bakıp, üstü olan Tuğamira Boden Mann'a bağırdı. Esmer adam yukarı bakıp, sonra ufka siyah bayrağı aramaya koyuldu. Nihayet gördüğünde 2 dakika geçmişti bile. Boden Mann askerlere korsan tayfasını tanımlamalarını emretti. 3 denizci aynı anda selam durup içeri kaptan odasına doğru koşmaya başladılar.

Aradan geçen 5 dakikadan sonra geldiklerinde, korsan tayfasının Yeni Dünya'ya girdiği bilinen Heikko korsanları olduğunu belirttiler. Tuğamiral'in gözünde oluşan süphe Dios'un gözünden kaçmadı. Ama o emir vermediği sürece saldıramazlardı. Ne olursa olsun bu korsanları denize gömmeyi istiyordu. Bu yüzden gemide ki herkesi ilüzyonu altına aldı. Sanki korsan gemisi saldırıya uğramış ve batmış gibi gösteriyordu. Sonra esmer Tuğamirale bağırdı.
"Gidip bakmalıyız bence. Ölmeyenlerin kafasını karargaha hediye olarak götürürüz." dedi.
Tuğamiral bu hediyeye hayır diyecek bir adam değildi. Daha önce North Blue'da şans eseri yakaladığı korsanlar sayesinde bu rütbeyi almıştı. Tekrar aynısı yapacaktı. Güçsüz değildi ama kurnaz bir adamın yapması gerektiğini yapıyordu. Askerlere emir verip, korsan gemisinin enkazına doğru yol almaya başladılar. Arada bir kaç kilometre kalmıştı ki, Dios aşağı bağırdı.
"Ben önden gidiyorum. Orada görüşürüz."
Tuğamiral için sorun değildi bu, böylece ölmeyenlerle de uğraşması gerekmeyecekti, Dios bütün işi yapacaktı ve tüm ödülü Tuğamiral alacaktı. Ağzı kulaklarında gemiden ayrılan kırmızı gözlü kargaya el sallıyordu. Hakkında duydukları geldi aklına. West Blue'nun kırmızı gözlü şeytan kargası. Korsan gemileri birden fazla gözcü tutmaya başlamışlardı. Ufukta görülen tüm kargalara ateş açılmasına neden oluyordu korkuları. Güçlerini hiç görmemişti, sadece kargaya dönüşüp, kanat çıkardığını görmüştü. Efsanelerde ki ilüzyonu görmemişti henüz. Bu düşünceler aklından geçerken Dios neredeyse enkaza varmıştı ki, bir anda Tuğamiralin gözleri kendini yanılttığını düşündü, yanan ve paramparça olan enkaz gemi hiçbir şey olmamış gibi denizin üzerinde yüzüyordu. Dios'a küfür ederek gemiyi durdurmalarını emretti.

Dios dönüp duran gemiye baktığında, menzilden çıktığını anladı ama geri dönmek gibi bir niyeti yoktu. Karga geminin üzerine gelip 3 kere üstünde daire çizdi ve ölüm şarkısını söyledi. Geminin direğine kondu ve kırmızı bir aura karganın etrafından gemiyi sarmaya başladı. Birden denizde bir gürültü koptu ve kocaman bir şeytan yeri yararak gökyüzüne kadar uzandı. Şeytani bir ses tüm denizi dolduruyordu.
"Benim bölgemden geçenler, cehenneme düşecekler."
Güvertede toplanan korsanlar şeytana top atışına başladı, ama rahatsız olmayan şeytan parmağını güverteye doğru tuttu. Tayfanın yarısını diğer yarısına şeytan olarak göstermeye başladı, diğer yarısı da rakiplerini şeytan olarak görüyorlardı. Tüm tayfa müthiş bir dövüşe başlarken, karga ve şeytan yukarıdan tayfayı izliyorlardı. Bu sırada esmer Tuğamiral korkup karargaha doğru yola çıkmıştı. Kendi kafasına göre iş yaptığı için suçlu olan Dios'tu. Tüm gemi buna şahitlik edebilirdi.

Yaklaşık 1 saatten sonra gemide kalan 8 kişi yorgunluktan bitap düşmüşken, kanatlı bir insan güverteye inip tüm ilüzyonıu bozmuştu. Geminin kaptanı nefretle bakarken kırmızı gözlü şeytana, merhamet için yalvarmaktan başka bir şey yapamıyordu, ama şeytan zalimdi, kırmızı aura sararken tekrar etrafını, gemideki herkes çığlık atmaya başladı. Hepsi cehennemde yandığını görüyordu.
"Cehenneme düşeceğinizi söylemişti. Duymadınız galiba." dedi usulca.

7 gün sonra.
Denizci Karargahı
"Amiral Nudillo! Efendim beyaz bayrak çekmiş garip bir gemi ve kırmızı gözlü uçan bir adam bu tarafa doğru geliyor. Ateş açmamızı ister misiniz efendim?"
"Sonunda geldi demek pislik. Bırakın girsinler."
7 günün sonunda karargaha korsan gemisiyle birlikte dönen Dios, başta tepki görsede, korsanların kimliğinin onaylanması sonucu tebrik edilip Tuğamiral rütbesine yükselmiştir. Boden Mann'ın bulunduğu gemide sorumlu kişi olan Dios, o günden sonra Kırmızı gözlü Şeytan Karga olarak bilinmiştir.
Grand Line'da korsanlar birbilerine kırmızı gözlü bir karga görürlerse intihar etmeleri gerektiğini söylerlermiş. Çünkü kargaya yakalananlar 7 gün 7 gece cehennemde yanarlarmış, en güçlü korsanlar bile en sonunda ölmek için yalvarırmış...
 
Meyve geçmişi hakkında rp yazımı konusunda yardım isteyen arkadaşlar olmuştu, söz verdiğim üzere yazdım rp'yi. Umarım işinizi görür:
Örümcek ağları ile kaplı, gübre kokulu karanlık hücrelerde büyümüş çocuklar; özgürlüğü ancak Ay ışığının belirsiz yansımasında ararlar. Gözyaşları ve acı ile geçmiş çocukluklar, her zaman bireyleri özgürlük arayışına yöneltecektir. Grand Line’ın bir köşesini yasak etseler, Marine Karargahı’nı basacak kadar aptallar bu karanlık denizleri yönetirler. Çocukluğundan beri gölgelerde saklanan, adımlarını sessizce atan ve kurbanlarının al kanıyla banyo yapan Lucilfer Nao’da acınası hayatında sadece tek bir hedefle yaşardı, kuşlar gibi özgür olmak…


Aralık ayının ortalarında, kar tanelerinin sıcak bir müzikle dans ederek toprakla buluştuğu günlerde Flamence Krallığı’nın sessiz ve dumanlı atmosferinin arkasında kirli oyunlar dönmeye devam ediyordu. Kış aylarının etkisini göstermeye başladığı bu günler, şeytan meyvesi ticaretinin –karaborsasının- en etkin olduğu dönemdi ve her korsan tayfası değerli bir meyve ele geçirmek için kartlarını oyuna sürüyordu. Ne var ki; yeşil renkli, dalgasal kıvrımları olan armut şeklindeki şeytan meyvesinin peşinde sadece çaylak korsanlar yoktu. Normal şartlar altında Flamence Krallığı’na adım atamayan denizcilerin, Aralık ayında koramiralleri adaya yolladığı bilinen bir şeydi. Karargah bu meyve karşılığında yüklü bir miktarı gözden çıkarmıştı. Takas gece yarısı güney sahilinde gerçekleşecekti. Hedeflerindeki meyve ise herkes tarafından bilinmekteydi, Logia’lardan bile daha nadir bulunan Antik Zoan türü; Tori Tori no Mi, Model: Gryphon.


Saat gece yarısını vurduğunda, güney sahilinde gölgelerin arkasında saf kötülükler dolaşmaktaydı. Korsan kılığına girmiş Denizci Koramiralleri Papu Ryu ve Lero Ryu, burunlarından nefret soluyan ejderhaları Ryu-Pa ve Ryu-Le ile birlikte tehditkar bir şekilde karanlığı izliyordu. Çok geçmeden meyvenin sahibi, hırsızlık becerileri ile ün yapmış Willy Roger Tayfası göründü. Hızlı adımlarla yaklaşan tayfa, sayıca kırk-kırk beş kişi vardı. Önlerinde kaptanları Willy, sırtında bir sepet taşıyordu. Gölgelerde hareketlilik artmaya başlamış, herkesin ilk hamleyi beklediği gergin dakikalar sırtlanması imkansız yüklere dönüşmeye başlamıştı. Karanlıkta bir çift mavi göz belli belirsiz parlayıp söndü…


İlk saldırı beklenildiği üzere gölgelerde bekleyen çaylak korsan tayfalarından geldi. Bu düşüncesiz eylem ortamdaki gergin havayı yumuşatmasına rağmen, otuz kişilik tüm tayfa Ryu-Le’nin altın sarısı ateşleri ile kül oldu. Ancak fitil bir defa ateşlenmişti; gölgelerde saklanan tüm kötülük en korkunç yüzlerini ortaya çıkartıyordu, kılıçlar çekilmiş, saldırıya geçilmişti. Bu savaş alanında, ölümü kabullenmemiş kimsenin hayatta kalmasına imkan yoktu!


Koramiral Papu-Ryu, mor ejderhası Ryu-Pa’nın sırtında havalandı. Bir saniye sonra yer ve gök birçok korsan için artık anlam ifade etmiyordu. Efsanevi mor alevler korsanları kemiklerinden başka bir şey kalmayıncaya kadar yakıyor, çığlık atmalarına bile izin vermiyordu. Savaş başlamıştı ve kazanan meyveyi ele geçiren olacaktı. Ne yazık ki, kalabalık korsanların hiçbiri Koramirallere denk değildi. Ardı ardına ölüyor, kaçmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Ejderhanın sırtındaki Papu-Ryu’nun gür sesi duyuldu:

“Gerçekten denizci koramirallerini yenebileceğinizi mi zannettiniz veletler!”

Papu-Ryu tek başına tüm korsanları rahatça süpürmeye devam ederken, Lero-Ryu meyve sahibi korsan tayfasının kaptanı Willy’i kılıcının tek hamlesiyle ikiye bölmüştü bile. Bu sadece bir güç ve ya meyve savaşı değildi, bu vahşet sayesinde koramiraller tüm Grand Line’a net bir mesaj veriyordu: “Ne kadar güçlü olduğunuzun önemi yok, adalet mutlaka galip gelecektir!”


Lero-Ryu meyveyi almak için Willy’nin sırtındaki sepete eğildi. Sepeti hızlıca açtı. Ancak sepetin içinin boş olduğunu gördü. Papu-Ryu’da olan biteni fark etmişti. “Pislikler karargahı oyuna getirmişler!” diyecek oldu. Lero-Ryu susmasını işaret etti. Sessiz ve sakin kişiliği ile dikkat çeken Altın Koramiral vargücüyle haykırdı: “Bir ejderhanın koku alma duyusundan kaçabileceğini mi düşündün, hırsız!”

Ryu-Le’nin sırtına bindi ve ok gibi fırladı. Alçaktan uçtuğu için kanatları ağaçları jilet gibi kesiyor, sarı tozları çimenlere yayılıyordu. Peşinde olduğu karanlık silüet uçuruma doğru koşmaktaydı. Bu gidişle iki saniye sonra onu yakalayacaktı. Kılıcını çekti ve altın bir parıltıyla kuvvetlice savurdu. Ters giden bir şeyler olduğunu hemen anladı, ıskalamıştı! Tam tepesinde kanat seslerini duydu, başını kaldırdığında ay ışığının yansıması altında o efsanevi yaratığı gördü. Siyah şah gagasını takip eden aslan vücudu, alt kısımlarında şaha kalkmış göklerin hakimi kartalın pençeleri, arkasında bir ejderhanın asil kuyruğu ve Anka kanatları… Gryphon, Koramiral’e savunma şansı vermeden pençelerini çapraz şekilde geçirdi. Lero-Ryu çok hazırlıksız yakalandığını farkındaydı, böyle kuvvetli bir darbeyi direkt aldığı için bilincini kaybetmesine engel olamayacaktı. Ejderhası Ryu-Le burnundan sarı ateşler soluyarak efendisini gemiye doğru taşımaya devam etti. Gökte mavi gözlü antik bir canavar özgürce Ay ışığına doğru uçmaktaydı. Lucilfer Nao sonunda özgürdü, evrendeki tüm canlılardan çok daha fazla, kuşlar gibi özgürdü…
 

Roronoa Zoro

Npc Günlükleri 2
Hagane Kai
11 sene önce..
South Blue'da..

14 yaşından öncesini hatırlamıyordu. Gözünü açtığında gördüğü, yaşlı bir adamın oturduğu yerde uyuya kaldığı, ve odada ki tek yatakta yattığıydı. Ne ses çıkarabiliyordu, ne de hareket edebiliyordu. Gözünü kapattı. Tekrar açtığında adam orada yoktu. Dışarıya baktığında geçen seferden beri belli bir zaman geçtiğini biliyordu. Çünkü güneşin dolduğu odada, gölgelerin yerleri değişmişti. Bu belli bir zaman geçtiğinin kanıtıydı. Ama gölge ters yönde ilerlemişti. Bu başka bir güne geçildiğinin kanıtıydı. En azından 16 saattir uyuyor olmalıydı. Ayağa kalkmaya çalıştı ama, hem sırt bölgesi hem göğsü acıyordu. Zorladı ve tek seferde kalktı ayağa. Yaşlı adamı arıyordu ama göremedi. Dışarı çıktı. Sert bir rüzgar karşıladı önce onu. Sanki içeride tutmaya çalışıyordu onu. Aştı rüzgarı ve mükemmeli gördü. Dağın tepesine kurulmuş küçük bir kulubeden çıkan küçük adam. Tanrı'nın tahtından dünyayı izliyormuş gibi, baktı aşağıya. Ormanları, denizi, nehirleri, göller ve gölcükleri, şehirleri görebiliyordu. Ve mükemmeliği görebiliyordu. Oturdu kayalığa ve rüzgarın ve manzaranın tadını çıkardı. Tüm ağrıları rüzgar tarafından taşınıyordu sanki, tüm arzularını karşılıyordu manzara. Arkasından duyduğu sesle irkildi birden. "Hoş manzara değil mi?". Yaşlı amcaydı bu. Bir şey demedi. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Çünkü tanıyıp tanımadığını bile bilmiyordu karşısında ki adamı. Hatırlamıyordu hiç bir şey. "Güzel manzara. Hiç bir şey hatırlamıyorum. Sizi tanıyor muyum?" diye sordu yaşlı adama. "Hayır. Geçen gece seni denizde sürüklenirken gördüm buraya getirdim, 4 gündür uyuyorsun." dedi. O kadar uzun süre uyuduğunu bilmiyordu.

"Bir süre daha kalmama izin verir misiniz? İyileştiğim anda gideceğime emin olabilirsiniz." dedi ve cevap bekledi. Yaşlı adam kafasıyla onayladıktan sonra, içeri geçip uzanmaya devam etti. Uyandığında yaşlı amca tekrar yoktu. Dışarı çıkıp manzarayı izlemeye başladı. Amca çok geçmeden geldi. Elinde balıklar vardı. Pişirdi ve birlikte yediler. Yaşlı amca başladı "Yaralarına bakarsak yüksek bir yerden düşmüş olmalısın. Başını vurmuşsun anladığım kadarıyla, hafızanı kaybettiğine bakılırsa." diyerek. Karşılık vermedi. Uzun zamandır yemediği için çok aç hissediyordu kendini. Yemeğini yedi ve düşünmeye başladı. Her ne kadar yaşlı adam kalmasını dert etmese de bir süre sonra onu kovmak isteyecekti, bu durumda henüz terk etmeyi göze alamazdı burayı. Yaşlı adamı öldürebilirse bu cennete sahip olabilirdi. Hem yaşlı bir adamı öldürmenin ne zorluğu olabilirdi ki. Plan yapmaya başladı, uyuduktan sonra yaşlı adamı öldürebilirdi, ama işini garantiye almak için masada duran bıçaklardan birini el çabukluğuyla, kıyafetinin koluna sıkıştırdı. Yemek için teşekkür edip müsaade istedi. Yatağa dönüp gözlerini kapattı, ama bilinci açıktı. 3 saat sonra yerinden kalktı ve dışarı çıktı, yaşlı adam tepede, bir tentenin altına serdiği minderde yatıyordu. Kai yavaşça yaklaştı, rüzgarı karşısına alacak şekilde ilerliyordu, bu durumda yaşlı adam geldiğini fark etmezdi, sürünerek ve ses çıkarmadan ilerledi ve bıçağını kaldırıp, yaşlı adamın göğsünü işaretledi. Bıçağını indirip kumaşın yırtılma sesini duydu, ama deldiği minderdi, et değil. Sağ tarafından yüzüne tekme yiyip, yuvarlanana kadar 1 saniye olmamıştı bile. Bu adam öylesine yaşlı bir adam değildi. Böylesine bir hız herkesin sahip olacağı bir şey değildi. Tepe boyunca yuvarlanıp, uçurumun ağzına kadar gelmişti. Düşmeden önce tutunmayı başarmıştı ama, her yeri ağrıyordu. Sabah cennet gibi görünen yer, şimdi tam bir cehennem gibiydi. Düşerse öleceğini biliyordu. Bıçağı da elinden düşürmüştü, sol eli tepeyi tutarken, sağ eliyle de tutunacak bir yer arıyordu. Ayağını koyacak bir yer, basacak ve ya tırmanacak bir çıkıntı arıyordu. Ayak sesleri duyana kadar uçurumdan tırmanmaya çalışıyordu ama ayak sesleri umutsuzluk salıyordu. Her bir adımda kolundaki gücü kaybediyordu sanki, sonunda ayakları gördüğünde pes edecekti, yaşlı adam kolunu uzatıp yakaladı onu.

Piç sebepsiz yere beni öldürmeye çalışma.” deyip arkasına fırlattı. Kai yattığı yerde kaldı.
Artık kimseyi öldürmeyeceğime yemin ettim, neredeyse yeminimi bozduracaktın bana. Daha denizcilik yaptığım zamanlarda, adı duyulmuş zalim bir korsanın ailesiyle birlikte burada yaşadığını haber almıştık. Bir gemi dolusu adam buraya o korsanı almaya geldik, ama burada yoktu. Gözüm dönmüştü, karısını ve 5 yaşındaki oğlunu soğuk kanlılıkla öldürdüm, cesetlerini bu uçurumdan aşağı atacakken fark ettim hatamı. Tanrı’nın yarattığı bu manzara karşısında fark ettim ne kadar küçük olduğumu, ne kadar küçük olduğumuzu.
"
Küçük mü? Kai’nin manzarayı gördükten beri aklında tek bir düşünce vardı. Bunu yaratan Tanrı’ysa, yok eden ne olurdu? Kai kesinlikle gücünün ötesine varacaktı, insan potansiyeli küçük olmaktan çok uzaktı, Kai kesinlikle Tanrı olacaktı. Ama önce güçlenmesi gerekiyordu. Bunun için yaşlı adama yalvarması gerekmişti, ama yaşlı adam birkaç hafta sonunda onu eğitmeyi kabul etmişti. Ona denizci kor-amiraliyken korsan gemisinden aldığı bir şeytan meyvesi vermişti. Çelik üretmesini sağlayan bu meyve ile Tanrı olma yolunu açacaktı...

5 sene önce..
South Blue'da..
Ay ışığı, tutarlı, ayarlı ve mükemmel. Saatlerce baksan bile yakmaz gözlerini, aksine gün ışığının. Korkutmaz karanlık gibi. Ay ışığı, gece, çiftleşmek için haykıran tüm canlıların uyuduğu, ağaçların bile insanlık için oksijen vermek yerine tükettiği oksijeni, kötülüğün hüküm sürdüğü, karanlığın gizlediği her şeyi... Uzandığı salda dinlerken geceyi ve gözlerken ay ışığını, tüm dertlerinden uzakta, Tanrı'ya hayranlık ve kıskançlık duyarken, içinde ki hırs her bir saniye daha da büyürken küçük dalgalar taşıyordu salı sarsarak.

Kai kadere inanırdı. Hemde mutlak kadere. Gerçekten beyninin uç noktasında gitmek istediği bir yer yoksa genelde salı kendi haline bırakırdı. Kader onu gitmesi gereken yere taşıyacaktı. Eğer aklında gitmek istediği bir yer varsa, zaten kader böyle istediği içindi. Eğer gittiği yerde başına bir şey gelecek olursa bu kader istediği için olacaktı. Pişmanlık duymazdı, çünkü hiç bir şeyin sorumlusu kendisi değildi, yaşamak için herkesi, her şeyi katledebilir, çünkü kader böyle istemiştir. Tanrı olması da kaderinde olan bir şey. Yoksa neden kader o manzarayı göstermişti ona, ya da neden vermişti bu güçleri ona. Tanrı olacaktı ve bunu durduracak kimse yoktu.

Doğruldu salda birden, aniden. Dengesizlik sarsılmasına neden oldu, ama ağırlığını kullanarak salı dengeye aldı. Etrafına bakındı, neredeyse 2 gündür denizdeydi, kader böyle arzu etse de sıkılmaya başlamıştı Kai. Dolunayın aydınlattığı, ve gözünün görebildiği dünyada kara parçası göremese de, insan kokusu aldığını hissediyordu. Yakınlarda bir ada bulacağından emindi. Dalgalar büyümeye başlamış gibi hissediyordu. Bu gelgitin etkisi olabilirdi. Gelgit hissediliyorsa, yakında denizin çekildiği bir kara parçası olmak zorundaydı. Güneş doğmadan önce uyumaya karar verdi. Hesaplarına göre 5 saati filan kalmıştı güneşin doğmasına. Uzandı tekrar salda ve kapadı gözlerini karanlığa. Ay ışığının Tanrısal etkisi göz kapaklarını deliyordu sanki, arzularını kabartmıştı bu manzara. Kendisini bir tahtta yıldızların arasından dünyaya bakarken hayal etti. Bu rüyayla uyandı sabaha. Kalktı ve güneşe baktı. Doğalı 1-2 saat olmuştu. Ceketini çıkardı, gecenin soğuğundan ziyade 1-2 saatlik güneş etkisi terlemesine sebep olmuştu. Gömleğini de çıkarıp suya koydu. Koltuk altını, boynunu ve yüzünü yıkadı. Biraz serinlemek için ayaklarını da suya koydu. Sala serdi kıyafetlerini ve etrafına bakındı bir kara parçası görebilmek için rüyasını hatırlarken.

Dünya küçücük görünüyordu, yıldızlar arasından. Ve Tanrı elinde büyük bir çelik top oluşturup bıraktı dünyanın üzerine. Büyük top dünyayı delip geçerken, çığlık sesleri yıldızlara ulaşıyordu, ve gülümsedi Tanrı, aynı anda Kai...

İnsani arzular, yavaşta olsa ele geçirmeye başlıyordu Kai'yi. Açlık zalim bir düşman gibi saplarken kordan kılıcını midesine, kulaklarında ki dalganın kıyıya vurduğu sesler rahatlatmıştı onu. Kader yine yüz üstü bırakmamıştı onu. Martılar çirkin sesleriyle söylerken şarkılarını, burnundan giren merhametli bir nefes, yakında bir yerde balık piştiğini söylüyordu. Tekrar sıyrıldığında hayal dünyasından, baktı etrafına ve gördü Kader'in seçtiği yeri. Yaklaşırken salıyla toprağa, koparken her bir saniye denizden, yeşili kokladı gözleri, sanki bir huzur çukuruna düşmüşçesine, yeşilden başka hiçbir şey görmezken gözleri, temiz havanın bedeniyle sevişmesine izin verdi. Girerken gözeneklerinden temiz hava, döngüyü tamamlamak için karbondioksit saldı doğaya. Doğadaki saniyelik görevini yapmış olmanın verdiği huzurla ilerledi kıyıya doğru.

Yaklaştıkça her saniye kıyıya, şeytanın nefesini görmek kolaylaşıyordu. Adanın arkasında soluyan şeytan havaya kötü gaz salarken, her an patlayıp yok edebilecek gibi duruyordu koca adayı. Yanardağ tehlikeliydi, ama kader bu adayı uygun görmüştü Kai için. Pişmanlık duyacak bir şeyi yoktu. Usulca ilerledi adaya. Ne kadar zamanı olduğunu bilmiyordu ama, adada bir mola verip, geçici de olsa karnını doyurması gerektiğini biliyordu. Bu ormanda yiyecek bir şeyler bulacağından emindi. En kötü ihtimal balık kokusunu takip ederek doyurabilirdi karnını.
Deniz taşırken onu kıyıya, planını tamamlamıştı. Kıyıya varır varmaz, adanın kıyı uçlarında dolaşıp yiyecek bir şeyler bakacaktı, sonra yeri ve yanardağı dinleyip tahmini bir hesap yapacaktı. Uzman olmasa da yerdeki titreşimler ve havadaki gaz oranı volkanın tahmini patlama zamanına dair ipucu verebilirdi. Rüzgarın nereden estiğini ölçüp, balık kokusunu ona getiren yere ilerleyecekti, eğer volkan patlayacak gibi olursa salıyla kıyıdan adanın etrafını dolaşacak, yiyecek için ormanın derinliğine ilerlemeyecekti. Risk almak mantıksızdı…

Fazla düzenli ve fazla sessizdi, tesadüf olmayacak kadar biçimliydi ağaçlar. Etrafında ki tek canlı da kendisiyken kuşku duymuştu bu adadan. Tek bir insan bile yokken etrafta, pişmiş balık kokusu nereden geliyordu? Yanardağın etkisiyle miydi? Şimdiden akmaya başlamış mıydı lav? Bu durumda geçtiği meyve ağaçlarından meyve toplayıp tekrar yola çıkması mantıklı olurdu. Ama merak insanları asla bırakmazdı. Beyninin ucunda oluşan merak dürtüsü, kaderin isteği miydi? Yoksa insani zayıflığın bir eseri mi? İnsani bir zayıflık yüzünden ölecek miydi şeytanın kanında, yoksa Kader kurtaracak mıydı onu böylesine dehşet bir kaderden?

Bilinmeze doğru ilerlerken, kaderin çatalına vardı. Yol ayrımları Kader’in en sevdiği oyundu. Birinde ölüm diğerinde sonsuz acı olurdu genelde. Ama iki türlüde iyi bir yere çıkan yol geri dönmekti. Ama insanoğlu merakla yaratılmıştı. Bu yüzden Kai devam etmeye karar verdi. Beyninin ucundaki dürtü Kaderin emriydi. Akla gelen ilk düşünce, uzun süre önce karar kılmıştı buna. Bu dürtüyü takip edecekti…

İkiye ayrılan yolun ağzında durup düşünürken sonraki hamlesini, gözlerini kapatıp dinlemeye başladı. Önce sadece dinledi, belki bir canlı sesi duyma umuduyla, kokladı sonra, balık kokusunu almak için tüm sinirlerini kullandı. Hissetti sonra, rüzgarı ve titreşimleri, sonra bütün duygularını kapattı ve içgüdülerine yoğunlaştı. Tehlike var mıydı? İçgüdüleri bugün sessizliğini koruyordu. Kader böyle uygun gördüyse uymaktan başka seçeneği yoktu Kai'nin. Kıyıya yakın yoldan yürümeye başladı. Gizemi çözmek istiyordu. Risk almıştı belki, ama kader böyle uygun görmüştü. Pişmanlık duymayacaktı...

Kaderin aydınlattığı yolda yürürken, önü görünmez karanlıktı. Kader onu bir uçuruma mı, yoksa bir altın dağına mı götürüyordu? Bunu bilmek imkansızdı. Sağ taraftaki yolu seçip ilerlemişti, ama garip bir şey yoktu. Sıradan bir yol gibi görünüyordu. Sağ tarafından dalganın kıyıya bıraktığı hırçın öpücükleri duyuyordu.

Biraz daha ilerledikten sonra bazı ağaçların üzerinde gördüğü delikler, daha da meraklanmasına neden olmuştu. Hiç bir canlı varlığa rastlamadığı adada, sincap deliklerine benzeyen deliklerin anlamını çözememişti. İçgüdüleri yardımcı olmasa da burnu işlevini hala tamamlıyordu. Belli bir yürüyüşten sonra karşıdan, sanki gelme diye yalvaran rüzgar balık kokusunun kesilmesine neden olmuştu. Balıklar ilerlediği yönde değildi yani. Yolu terkedip, tekrar balık kokusuna yönelecekti ya da bu gizemli rüzgarı takip edecekti. Aklında ki dürtüye bıraktı kararı ve yürümeye devam etti.

İlerledikçe rüzgar şiddetini arttırıyordu, ceketi arkasından dalgalanırken, saçları rüzgarla yüzünü tarıyordu. Kulaklarında ki küpeler boynuna vuruyordu. Ceketini kapattı ve yürümeye devam etti. Rüzgar kulaklarını doldururken şarkısıyla, ahengi bozan çıtırtı sesleri bir an irkilmesine sebep oldu. Bir canlıya ait ilk izler ortaya çıkmaya başlamıştı. Sese yöneldi hemen, sonra arkasını güvene almanın iyi olacağını düşündü. Bu klasik taktikti, ses çıkarıp arkadan saldırmak. 3 kişilik bir saldırı taktiği, ya da daha fazla. Ağaçlar ve çimenlere mesafesini koruyarak içlerini görebilmek için hareket etti. Gözlerini ve kulaklarını açtı ve bir hareket bekledi. Hareket etmeye devam etti, kolay bir hedef olmayacaktı...

Akıl, çarpıtırken en ufak ipucunu, hayal gücü desteklerken korkunç görüntülerle, bir çıtırtı bir komploya dönmüştü. Kai Bir tavşanı 3 adamlık saldırı timi sanarken, tombul tavşan çalıların arasından göstermişti kendini. İşte bu iyi yemekti. Kai hemen hareketlendi, daha farkına varmasına bile izin vermeden tüm hızıyla tavşanı yakalamak için hamle yaptı. Kulaklarından yakalayabilirse boynunu kıracaktı tavşanı, sonrasında etraftan kuru dal toplayıp ateş yakacaktı.

Normalde bu rüzgar ateş yakmasına engel olurdu, ama ateşi bir ağacın arkasında yakıp, sadece bir kısmını rüzgarda bırakacak olursa, iyi bir körükleyici olurdu bu rüzgar. Ayrıca kokuyu sadece geldiği yöne taşırdı bu rüzgar, geldiği yerde kimse olmadığı için kokunun oraya taşınması o kadar da büyük bir tehlike yaratmazdı. Yemeğini yedikten sonra, rüzgarı takip edip neler olduğunu görebilirdi...
 
Arkadaşlar lütfen oyunu oynamayacak arkadaşlar oy vermesinler.Anket gördümü dayanamıyorsunuz anladık da karışıyor sonra olaylar olaylar.
 

Roronoa Zoro

Rp'nin devamı;
Mann’ın kendisine doğru gelmesini beklerken tamda kendisinden beklenildiği gibi etrafı dikkatli gözlerle seziyordu. Atölyenin girişinde eski tahtalardan oluşan ve üzerinde “The Cherbaurg” yazan eski bir tabela vardı. Atölyenin tam ortasında Caravel’i andıran daha tamamlanmamış bir gemi, hemen Simon’ın soluna düşen tarafta geniş bir boya atölyesi ve tersanenin orta solunda genişçe bir envanter bulunuyordu. Arka bölüme doğru biri kuru olmak üzere iki adet havuz ve tam arka kısmın ortasında, biri geniş olmak üzere üç adet kızak bulunuyordu. Bunlara iyice dikkat kesilmişken Mann bir dakika içinde yanına gelmişti bile, yavaşça Mann’a doğru gözlerini çevirirken bir anda Mann’ın sol arkasında bir şey ilgisini çekmişti yavaşça kafasını soluna doğru götürerek ne olduğuna bakmak istemişti ve gördüğü şey, onbeş yaşlarında bir veletti onun tabiriyle. Yüzünde ve kollarında sargılar ve vücudunun çeşitli yerlerinde taze kapanmış yaraları olan içinde, çizgili bir t-shirt üzerine askılı bir pantolon geçirmiş, bir elinde çekiç ile dikiliyordu.
Derevo’ya geldiğinden beri ilk kez kendini iyi hissettiren bir şey olmuştu, ilk kez kendinden birşeyler görmüş ve gevşemişti. Evet bunun nedeni Mann’ın yanında çalışan genç delikanlıydı. Yüzünde ki daha iyileşmemiş yaralar, hırpalanmış bir beden ve kendisine doğru doğrultulmuş meraklı, bir o kadarda aç ve güçlü gözler. Aslında ondan hoşlanmıştı bile Simon. O sırada Mann sözleriyle bu sessizliğe son vermişti.

Şöyle dedi Mann;

-Ah! O benim oğlum, onun kusuruna bakmayın. Bu dönemde gençler biraz daha tez canlı oluyorlar. Burada benimle birlikte gemi yapımını öğreniyor.

Simon her ne kadar bu durumdan hoşlansada bunu yüzünde görmek imkansızdı. Onun, bütün iyi duygularının üzerini, yüzündeki çizgiler kapatmıştı. Ses tonuda artık herhangi bir kimliğe veya renge bürünmez olmuştu, artık o “Tüccar Simon”dı. Herşeyden önce işi gelen kişi.
Mann’a döndü ve;

-Senin gibi bir gemicinin yanında çırak olmayışı herkes için kötü olabilirdi.

Dedi ve sol elini yumruk şeklinde yukarı kaldırarak, işaret ve orta parmağı dik olacak şekilde tuttu ve parmaklarını bir bütün gibi ileri ve geri salladı. Solunda bulunan koruma elinde ki siyah deri evrak çantasını, iki elinin avuçları yukarı bakacak şekilde kucakladı ve Simon’ın yanına geldi. Kaldırdığı elini sol yana tutarak bu sefer de yukarı doğru ileri geri salladı Simon. Koruma, tek eliyle altından kavradı çantayı ve diğer eliyle kilit mekanizmasını kapattıktan sonra çantayı açtı. Çantanın tam ortasında beyaz dikdörgen bir kutu vardı ne plastik ne de demirdi, anlaşılan içinde ki şeyi koruması için yapılan özel bir üründü. İlginç bir mekanizmanın tam ortasında bulunuyordu, galiba bu kırılmasını önlemek içindi. Ortasında ise kırmızı renkte bir artı işareti vardı. Bunun anlamı tıbbi birşey için tasarlanmış olmasıydı. Ve devam etti Simon;

-Üç ay önce bizden arzu ettiğin ilacı getirdik. Söylemek gerekirse bulmak için yer altından bir kaç kişiyle görüşmem gerekti. Neredeyse on gemi değerinde olan bir ilaç gerçekten ilgi çekici, onu kırsaydık sanırım herşey mahvolurdu.

Mann konuşulanları dinleyen oğluna döndü ve yüzünde hafif bir üzüntü ifadesi belirdi. Simon’a dönerek;

"İsterseniz dışarıda devam edelim dedi" ve...
Ne olduğunu anlayamıyordu Nave, içeri gelip garip parmak hareketleri yapıp, bir şeyler söyleyip çıkmışlardı. İlaç ne ilacıydı, babasının sürekli öksürmesi ile bir ilgisi olabilir miydi? Sinirler Nave'in beynine sinir yüklerken başı ağrımaya başladı. Elindeki çekici yere attı düşünmeden. Ayağına düşen ve canını yakan çekice tekme atıp, baş parmağını da incitince artık tamamen kaçırdı keçileri. Sinirden ne yapacağını bilemiyordu. Babası ve adamlar dışarı çıkmışken, tersaneyi dağıtmak üzereydi. Serinlemek için tersanede ki havuzlardan birine elbiseleri ile atladı. Lanet olası su çok soğuktu ve şimdi elbiseleri sırılsıklam olmuştu. Havuzdan çıkıp soyundu, don atletle kalmıştı ki, kapıya doğru yürüdü, neden ilaç getirmişlerdi ve 10 gemi değerinde demişlerdi. Babasının bahsettiği 10 gemi siparişi sadece o ilaç yüzünden miydi? Bu yüzden mi pirinçten başka bir şey yemiyorlardı. Adamlara sinirlendi ama güçlü değildi, bir dövüş sanatında ustada değildi. Tek bildiği gemi yapıp sağı solu yumruklamaktı.

Bu fikirler daha fazla sinirlendirirken onu kapıya doğru yaklaşıp yere oturdu. Sinirini bir şekilde bastırmak istiyordu. Kafasını yere koyarak, babasının dediklerini düşündü. Kapıda “The Cherbaurg" yazan eski tabelaya baktı. Anıları geliyordu aklına, babasının bu tabelayı anlatışı. Water 7'ın her zaman kazandığı en iyi gemi tersanesi ödülünü, nasıl adaya kazandırdığını. Babası ile gurur duyuyordu, babası ona sinirlendiğinde ve tersaneye zarar verecekken bu tabelaya bakmasını ve bugünü hatırlamasını söylemişti. Yıllarca en iyi gemi ustalarının yarıştığı, gemi tersanesi ödüllerini, asla kazanamayan Derevo'ya katılan süpriz isim Mann, herkesi şaşırtaracak ödülü yıllardır kaptırmayan Water 7'dan almıştı. Tüm adada saygı duyulan bir isim haline gelmişti o günden sonra. Gözlerini açınca biraz sakinleşmişti. Kapıya doğru yaklaşıp ne konuştuklarını dinleyecekti...
 
Elindeki çekici yere attı düşünmeden. Ayağına düşen ve canını yakan çekice tekme atıp, baş parmağını da incitince artık tamamen kaçırdı keçileri. Sinirden ne yapacağını bilemiyordu.



İşte Bu yüzden Nave.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık