Size korsan olduğum zamanlardan bir anımı anlatayım;
Yağmur yüzüme kırbaç gibi çarparken, güvertede tek başıma duruyordum. Fırtına öyle kudurmuştu ki, okyanus bile bugün hırçınlığımı kıskanıyor olmalıydı. Rüzgâr yelkenleri parçalıyor, gök gürültüsü sanki üstüme çöküyordu… ama ben bundan beterini de görmüştüm
Adım dalgaların arasında bir efsaneye dönmüş bir korsanın adıydı.Bugünse kaderimle kapışacağım gündü.
Tam ufka gözlerimi dikmişken, yıldırımın ışığıyla uzakta beliren o silueti gördüm:
“Leviathan’s Maw” — beni yıllardır takip eden lanetli hayalet gemi. Mürettebatı yok, kaptanı yok; yalnızca intikamı var. Onu her gördüğümde, deniz kan ister.
Kılıcımı belimden çekerken kendi kendime mırıldandım:
“Demek yine beni buldun… Hadi o zaman.”
Gemi bordamıza doğru hızla yaklaşırken dalgalar güverteyi dövüyordu. Direğimin iplerine tırmanıp daha rahat bir konum aldım. Rüzgâr yüzüme vuruyor ama içimdeki kararlılığı söndüremiyordu. Parmaklarım iplerde, gözlerim düşmandaydı
Bir anda hayalet gemi bordama çarptı. Tahta gıcırdadı, gemim dev bir ejderha gibi inledi. O an iki gemi de birbirine kilitlendi. Sis arasından şekilsiz gölgeler ortaya çıkmaya başladı — ruhlardan oluşan bir mürettebat. Ellerinde kılıç yoktu ama soğuk dokunuşları bile bir adamı mezara göndermeye yeterdi.
“Gelin lan!” diye bağırdım. “Ben kolay lokma değilim!”
İlk gölge üstüme doğru atıldı. Kılıcımı savurdum, metal bir şeyi kesmemiş gibi hissettim ama gölge çığlık atarak dağıldı. Arkasından ikisi daha geldi. Birinin içinden geçerek saldırısını savuşturdum, diğerini ise geminin direğine doğru tekmeyle savurdum.
Yağmur daha da şiddetlendi. Yıldırım tam arka direğe çakıldı, gözlerim kamaştı. Fakat tam o an, hayalet geminin güvertesinden dev bir figür yükseldi:
Kaptanlarının kemik zırh giymiş lanetli ruhu Gözleri küller gibi parlıyordu.
Sırıttım.
“Uzun zamandır beklediğim düello nihayet geldi.”
Kaptan ağır bir hayalet baltası kaldırdı. Ben de kılıcımı iki elimle kavradım. Fırtına, deniz, gök… hepsi arka plana kaydı.
Sahnenin tek kahramanı (ve belki de kurbanı) bendim.
Sonra… çarpıştık.
Kılıcım baltasına değerken çıkan ses, gök gürültüsünü bile bastırdı. Geriye doğru kaydım ama ayakta kaldım. O an içimde bir ateş yandı.
Bu savaş benim kaderim olacaktı.
Ama kaderime boyun eğmeye hiç niyetim yoktu.
Yağmur yüzüme kırbaç gibi çarparken, güvertede tek başıma duruyordum. Fırtına öyle kudurmuştu ki, okyanus bile bugün hırçınlığımı kıskanıyor olmalıydı. Rüzgâr yelkenleri parçalıyor, gök gürültüsü sanki üstüme çöküyordu… ama ben bundan beterini de görmüştüm
Adım dalgaların arasında bir efsaneye dönmüş bir korsanın adıydı.Bugünse kaderimle kapışacağım gündü.
Tam ufka gözlerimi dikmişken, yıldırımın ışığıyla uzakta beliren o silueti gördüm:
“Leviathan’s Maw” — beni yıllardır takip eden lanetli hayalet gemi. Mürettebatı yok, kaptanı yok; yalnızca intikamı var. Onu her gördüğümde, deniz kan ister.
Kılıcımı belimden çekerken kendi kendime mırıldandım:
“Demek yine beni buldun… Hadi o zaman.”
Gemi bordamıza doğru hızla yaklaşırken dalgalar güverteyi dövüyordu. Direğimin iplerine tırmanıp daha rahat bir konum aldım. Rüzgâr yüzüme vuruyor ama içimdeki kararlılığı söndüremiyordu. Parmaklarım iplerde, gözlerim düşmandaydı
Bir anda hayalet gemi bordama çarptı. Tahta gıcırdadı, gemim dev bir ejderha gibi inledi. O an iki gemi de birbirine kilitlendi. Sis arasından şekilsiz gölgeler ortaya çıkmaya başladı — ruhlardan oluşan bir mürettebat. Ellerinde kılıç yoktu ama soğuk dokunuşları bile bir adamı mezara göndermeye yeterdi.
“Gelin lan!” diye bağırdım. “Ben kolay lokma değilim!”
İlk gölge üstüme doğru atıldı. Kılıcımı savurdum, metal bir şeyi kesmemiş gibi hissettim ama gölge çığlık atarak dağıldı. Arkasından ikisi daha geldi. Birinin içinden geçerek saldırısını savuşturdum, diğerini ise geminin direğine doğru tekmeyle savurdum.
Yağmur daha da şiddetlendi. Yıldırım tam arka direğe çakıldı, gözlerim kamaştı. Fakat tam o an, hayalet geminin güvertesinden dev bir figür yükseldi:
Kaptanlarının kemik zırh giymiş lanetli ruhu Gözleri küller gibi parlıyordu.
Sırıttım.
“Uzun zamandır beklediğim düello nihayet geldi.”
Kaptan ağır bir hayalet baltası kaldırdı. Ben de kılıcımı iki elimle kavradım. Fırtına, deniz, gök… hepsi arka plana kaydı.
Sahnenin tek kahramanı (ve belki de kurbanı) bendim.
Sonra… çarpıştık.
Kılıcım baltasına değerken çıkan ses, gök gürültüsünü bile bastırdı. Geriye doğru kaydım ama ayakta kaldım. O an içimde bir ateş yandı.
Bu savaş benim kaderim olacaktı.
Ama kaderime boyun eğmeye hiç niyetim yoktu.


