Şimdi aklıma geldi (geldikçe yazarım, çok var.)
Lisedeyken edebiyat derslerini hiç dinlemezdim. Çünkü hocadan daha iyi bilirdim. Ailemin yarısı yazar çizer takımından,derste işlediğimiz kişiler aile dostlarımız. Son dönem Türk edebiyatını evde uzun zaman önce öğrenmeye başlamıştım bu sayede. Birde çok kitap okurdum. Deli gibi okurdum. Hala da okurum. Hocamın bile o kadar okuduğundan şüpheliyim. Derste işlediğimiz kitapların bir kısmını çoktan okumuştum. Hocamız okulun tamamının korktuğu biriydi ve müdür yardımcısıydı. Dersteki başarımdan dolayı beni acayip severdi. Bütün ders telefonla oyun oynayıp, kulağıma çalınan bir kelime üzerinden bir ders boyunca konuşurdum. Bütün sınıf sinir, hoca mest olurdu. Neyse uzatmayalım, bir gün geometri dersinden sınav oluyoruz. Kopyaları hazırlayıp kalem kutuma koydum. Sınav başladı. Bu hocam gözetmendi. Başladıktan bir beş dakika sonra hoca kürsüden çıkıp geldi, doğrudan kalem kutumu alıp, içini açıp karıştırmaya başladı... O an üç beş kilo vermişimdir. Aklımdan bin türlü yalan geçiyor ama hiç biri akla mantığa uymuyordu. Bütün sınıf sınavı bırakmış bizi izliyordu. Ellerim başımın arasında, terden geberiyordum. Her şeyi geçtim, hocanın gözünden düşeceğime yanıyordum. Sonunda, hoca bana hitaben: "Kırmızı kalem yok mu?" dedi. "Yok maalesef" dedim. Dedim ama ağzımdan çıkan ses benim değildi. Sıra arkadaşım sıranın altına daldı, kopuyor. Hoca "Neyse" dedi ve döndü arkasını gitti. Neredeyse kendimden geçmiştim. Sınav bitip, hoca sınıftan çıkınca bütün sınıf yarıldı. Herkes yüz ifademden ne olduğunu anlamış zaten. Sınavda da kopyayı çekmiştim ama. Heyt be ne günlerdi...