Sekiro her yere uçulabildiği için ilerlemesi çok kolay bir oyun, Guardian Ape'i indirip boss temposuna alıştıktan sonra Soulsborne olmaktan çıkıyor, çünkü ortada mücadele edebileceğin bir zorluk kalmıyor. Çanları çalınca da gariptir ki oynanmayacak hale geliyor, anlayamadığım bir dengesizlik var bu oyunda. Souls oyunlarına benim gibi Sekiro ile başlamış birinin Blighttown'da kaybolunca içine düştüğü çaresizlik Sekiro'nun yaşatabileceği tüm deneyimlere bedel bence. Elden Ring'i anlarım ama Sekiro biraz fazla şişiriliyor.
DS1'in map tasarımına, Anor Londo'ya ve Firelink Shrine'a aşık olmama rağmen ben en çok DS2'den etkilendim. Bir tane mapinin bile adını hatırlamıyorum, gözümü kapatsam çoğu mapi zihnimde zar zor anımsarım, ama bana yaşattığı deneyim çok farklıydı.
Oyunu baştan sona kadar özgürce oynadım, hiç bu bölgedeki düşmanlar çok güçlüymüş, ileride geri dönerim dediğim olmadı.
Nereye girdiysem sonuna kadar fethetmeden çıkmadım. Diğer Souls oyunlarında çok sık yaşadığım gibi yolumu bulamayıp netten baktığım da hiç olmadı, nasıl olduysa her seferinde gitmem gereken yeri buldum. Boss savaşları gayet tatmin edici zorluktaydı, estus içme hızının yavaşlığından dolayı içsem mi içmesem mi gerginliği ve bossların bu hatayı çok iyi cezalandırmaları sürekli diken üstünde hissettiriyordu. Bu adrenalin zaten oyunu sevmek için başlı başına sebep. Acaba şu odaya girsem Pursuer gelir mi diye tırstığım anları düşünüyorum da gerçekten çok iyi oyundu be... Ne yazık ki final mapine geldiğim gün Hatay depremini yaşadık, o hengamede bir daha gözüm görmedi zaten. Hayatımda iyi giden her şey gibi o da yarım kaldı.