Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

Dünya'nın En Kahraman Savaş Gemisi: USS Houston

Ön Edit: Yazının görseller, haritalar ve videolar ile donatılmış haline blog'dan ulaşabilirsiniz. (bkz: historeal) (https://stealthistorian.blogspot.com/2019/11/dunyann-en-kahraman-savas-gemisi-uss.html)

Bir önceki yazımda Dünyanın en şansız gemisi olarak adlandırabileceğimiz USS William D. Porter’ın hikayesini paylaşmıştım. (Hikayeye buradan ulaşabilirsiniz.) Bu bölümde ise size, şahsım adına askeri denizciliğin en özel savaş gemilerinden birisinin hikayesini anlatmak istiyorum. Özel olmasının sebebi, tam anlamıyla gerçek bir kahramanlık sergilemiş olması ve bu kahramanlığının kesinlikle bir abartı olmamasıdır. Bana göre her daim, “2. Dünya Savaşı’nın en kahraman savaş gemisi hangisi?” gibi bir soru ile karşılaşsam, vereceğim tek cevap, Northampton sınıfı Amerikan ağır kruvazörü USS Houston’dır.


Bu sorunun cevabına ise herkes çok şaşırmaktadır. Çünkü USS Houston, 2. Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren bir işe imza atmamıştır. Hatta bu gemi 2. Dünya Savaşı’nda çok kısa bir süre çarpışmalara katılabilmiş. Ama buna rağmen tam 3 muharebede çarpışmış ve bu muharebelerin ikisinde de ağır bir yenilgi yaşamıştır. Ancak USS Houston hem bu 2 muharebede hem de öncesinde, içinde bulunduğu duruma nazaran mürettebatının üstlendiği sorumluluk ile mürettebatını ve müttefiklerini koruma görevini hakkıyla yerine getirmiştir.


USS Houston’un hikayesini daha iyi anlayabilmek için önce, USS Houston’u bir savaş gemisi olarak iyi analiz edilip kabiliyetlerini ve kapasitesini teknik olarak iyi kavramak; sonra da 2. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında görev aldığı coğrafi bölge ile o an içinde bulunduğu askeri ve politik durumun vahametini bilmek lazım. Dolayısıyla bu yazı sadece bu geminin hikayesini değil, aynı zamanda görev aldığı coğrafyadaki bazı olayları irdeleyeceğimiz uzun bir yazı olacak.


Bilmeyenler için, 1. Dünya Savaşı’nın sonrasında ‘’çok hızlı savaş gemileri’’ yapma gibi bir çılgınlık başlamış ve dünyanın o dönemdeki ‘’süper güç’’ konumundaki endüstriyel devletleri 1922’deki Washington Deniz Anlaşması’yla birbirlerinin askeri üretim ve kapasitelerine sınırlandırmalar koyarak olası başka bir dünya savaşının önüne geçmek istemişlerdir. Bu anlaşmada, ülkelerin bulundurabileceği gemilerin sayısı ve niteliklerine de sınırlandırmalar getirilmişti. Anlaşmanın kruvazörler kısmında, 6 inch’ten büyük top kalibresi olan kruvazörlerin “Ağır Kruvazör” olarak sınıflandırılıp sayılarının sınırlandırılması sağlanmış, yine bu kruvazörlerin toplam ağırlığının 10 bin tondan fazla olamayacağı kabul edilmişti. İşte bu şartlar ve sınırlamalarla inşa edilen kruvazörlere “Anlaşma Kruvazörleri” denilmiş ve “mininum ağırlıktan nasıl maksimum verim alınır” şeklinde bir endüstriyel tasarım çılgınlığının başlamasına vesile olmuştu.


Amerikan Donanmasının ilk “Anlaşma Kruvazörleri”, Pensacola sınıfı ağır kruvazörlerdi. Bu gemiler 8 inch’lik 10 topu, toplamda 4 tarette taşıyorlardı. Taretlerin ikisi ikili, diğer ikisi de üçerli toptan oluşuyordu. Pensacola sınıfı, 2 farklı tipte taret bulundurmasının getirdiği ekstra işçiliğin yanı sıra, bu iki farklı tip taret hem gereksiz maliyet hem de gemi üzerinde gereksiz görülen bir tonaj fazlalığı oluşturuyordu. Bundan ötürü de gemilere yüklenebilecek hava savunma gibi ekstra silahlar, ağırlık limitini aşmamak adına monte edilemiyordu. Pensacola sınıfı ilk “Anlaşma Kruvazörü” tasarımı olduğu için, Amerikan Donanmasında bir “deneme tahtası” olarak kullanılmış ve dolayısıyla bu sınıftan sadece 2 gemi üretilmişti. Bu gemiler ise USS Pensacola (CA-24) ve USS Salt Lake City (CA-25) idi.


Pensacola sınıfının tasarımsal artılarından ve eksilerinden iyi not alıp bu olumsuzlukları başarılı bir şekilde etüt eden Amerikalı gemi tasarımcıları, bu sınıftan sonra denize indirecekleri kruvazörleri not aldıkları eksiklikleri gidererek tasarlamaya başladılar. Bu yeni tasarımlarda en dikkat çekici unsur 10 top içeren 4 taretle gelen tonaj fazlalığı, taretlerden birinin tamamen iptal edilmesiyle tek hamlede ortadan kaldırılmasıydı. Geriye kalan taretlerin üçü de üçerli toplu olacak şekilde “standart” hale getirilerek; 2 ayrı tasarımda taret inşa etmek yerine aynı taretten 3 tane, yani fabrikasyon seri üretim şekilde imal edilecek ve hem işçilik masrafından kaçınılmış olacak, hem de iş süresi ve ekstra maliyet de tamamen ortadan kaldırılacaktı. Kazanılan yüzlerce tonluk ağırlık karşılığında ise sadece kaybedilen 1 top olmuştu. Yani bu yeni kruvazör sınıfı 10 değil, 9 top taşıyacaktı. Ancak taretlerin hepsi tek tip olduğu için, hem üretimi hem de tamiri daha az maliyetli olacaktı. O boşalan taretten artan ağırlık kontenjanı ise, hava savunma silahlarıyla değerlendirilerek, 2. Dünya Savaşı’nda yer alacak Amerikan kruvazör konseptinin ilk formatı meydana çıktı.


Bu yeni kruvazör sınıfı, tasarım olarak o kadar başarılı ve verimli oldu ki; o andan itibaren gelecekte inşa edilecek tüm Amerikan ağır kruvazör sınıfları olan Portland, New Orleans, Baltimore ve Des Moines sınıfları, aynı 3x3 ana batarya formatında tasarlanıp inşa edildi.


Çığır açan bu yeni kruvazör sınıfının inşasına ilk başlanan üyesi, USS Chester idi. Fakat gemi sınıfları her daim “ilk göreve başlayan” geminin üzerinden ilerlediği için, ilk göreve atanan gemi olan USS Northampton (CA-26) olması sebebiyle, sınıfa “Northampton Sınıfı” denildi. Burada bir parantez açarak Amerikalıların gemi sınıflandırma sisteminin bilinmesi gerekliğine değinmem gerekiyor. Çünkü 1920’li yıllarda Amerikan donanması tarafından hayata geçirilen bu sistem ilerleyen zamanlarda NATO’nun hayata geçmesiyle neredeyse tüm dünyaya sirayet etmiştir. Günümüzde ufak farklar olmakla birlikte Türk donanması dahil çoğu ülke bu sınıflandırma ile muharebe gemilerini ayırmaktadır. Ancak yazının konusunu dağıtmamak adına bu sınıflandırma ile ilgili daha önce hazırlamış olduğum ‘’Hull Classification Symbol’ yazısını incelemelerini tavsiye ediyorum.


Konumuza dönecek olursak bu yazının başlığına konu olan ve hikayesini anlatacağımız USS Houston, Northampton sınıfının inşasına başlanan üçüncü, aktif göreve başlayan ise 2. Üyesiydi. Aynı bu gemi zamanda bir Komuta gemisi olarak da tasarlandığı için aynı sınıftan diğer 2 kardeşi gibi, Amiral kamarası ve taktik odası gibi ekstra bölmelere sahipti. Dolayısıyla daha en başından bir lider savaş gemisi olarak tasarlanıp denize indirilmişti. Northampton sınıfı kruvazörlerden sadece 6 tane üretilmişti ve bunların üçü filo komutanlığı gemisi, diğer üçü de bölük komutanlığı gemisi olarak inşa edilmişti.


USS Houston, daha isminin konulmasından itibaren özel bir gemi olmuştu. Çünkü donanmanın 6 tane yeni ve modern kruvazör yapacağını öğrenen dönemin Houston şehri belediye başkanı, lobi faaliyetine girişmiş ve Houston isminin bu gemilerden birine verilmesini bizzat sağlamıştı. Bu da yetmezmiş gibi Houston halkı kendi içinde para toplayıp donanmaya bağışlayarak USS Houston’un maliyetini düşürmüştü. Houston şehri için donanmanın en modern gemilerinden birisine isimlerini vermek, çok büyük bir onur ve gururdu. Gemiyi kendi çocukları gibi kabullenmişlerdi ve hatta USS Houston’un suya indirilmesi sırasında gemiyi “kutsayan” kişi olan belediye başkanının kızı, geleneksel olarak teknede kırılan şampanya şişesinin yerine, bu kutsama sırasında Houston şehrinde bir şişeye doldurulmuş deniz suyu kırmıştı. Yani USS Houston, Houston şehrinin suyuyla kutsanmıştı. Gemi göreve başladığında ilk ziyaret ettiği yer olan Houston şehrinde, kendisini 200 bin kişilik bir ziyaretçi grubu karşılamış ve sevgi gösterisinde bulunmuştu.


USS Houston, ilk görev olarak 1931 yılının 22 Şubat’ında Filipinler’in başkenti Manila’ya vararak, Amerikan Asya Filosuna katıldı. 2 yıl sonra da ayrılarak, aynı sınıftan kardeşi olan USS Augusta ağır kruvazörü ile yer değiştirdi.


Bu noktada Filipinler ile Amerikan Asya Filosuna biraz değinmekte fayda var. Çünkü Amerika’nın Filipinlerde bulunma nedeni ve bir Asya Filosu oluşturma nedenini irdelememiz, aşağıda gemi ile ilgili anlatacağımız hikaye ile de bağlantılı bir konu…


Filipin takımadaları 1902’den beri Amerikan hükümdarlığı altında özerk olmayan ama özel bir statüye sahip bir topraktı. Amerika burada, tıpkı günümüzde dünyanın farklı yerlerinde donanmasının en güçlü olan gemilerini bulundurması gibi, o zaman da Asya’ya gücünü yansıtabilmek ve Asya kıtasında, kendi çıkarlarına aykırı politik olayların önüne geçmek için bir filo bulunduruyordu. İşte bu filo, Amerikan Asya Filosu idi.


Ancak bu filonun o dönemdeki durumunu daha detaylı anlatmak gerekir. Çünkü USS Houston’u, dünya tarihine “kahraman” olarak kazıyacak olayların kaynağı, Asya Filosunun o zamanlardaki durumu veya daha doğru bir tabirle, Asya Filosunun yetersizliğinin ta kendisinden kaynaklanıyordu.


1920’lerin sonlarında ve 1930’ların başlarında, Asya’da Japonya haricinde bir süper güç yoktu. Japonya ise o zamanlar kağıt üstünde Amerika ile müttefik bir kuvvet idi. Amerika’lıların Filipinlerde bir kuvvet bulundurmasına sebep olan esas korkuları, Japonlar değil, İngilizler idi. Bu görüşe saygıdeğer okuyucular “o dönemde İngilizler ile Amerikalılar müttefik değil mi?” diyebilir. Ben ise ‘’Evet, müttefikler. Ama bu müttefiklik kağıt üstündeydi.’’ şeklinde cevap veririm. Çünkü Amerikalılar, İngilizlerin sömürgecilik ve ortalığı galeyana getirme aşkını tarihsel olarak çok iyi bildiklerinden, olası bir senaryoda ne İngilizlere ne de Japonlara koz vermemek adına Asya’da bir filo bulundurmayı bir “güvenlik gerekliliği” ‘’çıkar politikası’’ olarak görüyordu. Ya da daha doğru bir tabirle, İngiltere Çin’i karıştırmaya kalkarsa, Amerika da pastadan pay alabilme peşindeydi.


Ancak bu filo, aslında askeri gerçek bir kuvvetten ziyade, sembolik bir güç gösterisinden başka bir işe yaramayacak düzeydeydi. Çünkü filoda sadece 2 kruvazör bulunduruluyor ve geri kalan gemiler de Amerikalıların 1920’lerin başında yaptığı ve artık eskimiş olan “4 bacalı” denilen, 13 adet Wickes ve Clemson sınıfı antika destroyerlerdi. Filonun ayrıca 6 tane de denizaltısı vardı.


Kısaca sayı az ve gemiler eskiydi. Ancak yukarıda zikredilen sıkıntılardan çok çok daha büyük sorunlar da vardı. Asya Filosu’nun mühimmatı eskimiş ve paslanmıştı. Mermilerin %80’i düzgün çalışmıyordu ve performans tutarsızlığı had safhadaydı. Bunun üstüne de Amerikalıların adeta bir lanet gibi üstüne çökmüş olan torpido sorunu mevcuttu. Amerikan Mark 14 torpidolarının %20’sinden azı patlıyordu. Yani ateşlenen 20 torpidodan en fazla 4 veya 5 tanesi patlayabiliyordu. 1930’da dünyada global bir kriz baş göstermiş ve Amerikan ekonomisi iflasın eşiğine getirmişti. Bu kriz sırasında da Amerikalılar tasarruf edebilecekleri her şeyden tasarruf etmek amacıyla, silahların testleri masraflı olduğu için tüm testleri kısa ve baştan savma yapmışlardı. Sonuç olarak da özellikle Mark 14 torpidolardan itibaren Amerikalılar, Fletcher sınıfı destroyerlerle beraber 1943’te, ikinci dünya savaşının tam ortasında sahaya inecek olup; devrim yaratacak olan Mark 18 torpidolara kadar, çok büyük bir torpido sorunu yaşadılar. Çünkü attıkları torpidolar gitmiyor, gitse bile patlamıyordu.


Tüm bu teknik sorunlara rağmen, yine de Amerika Asya Filosu’nu güçlendirmeye gerek duymuyordu. Ta ki Japonya, 1937’de İkinci Çin-Japon Savaşı’nda Çin’in Doğu kıyılarını, kendi ideolojisiyle “Batılı Sömürgecilerin etkisinden temizlemek” için işgale girişene dek.


Japonya’nın 1937’deki Çin işgali, tarihe “İkinci Çin-Japon Savaşı” olarak geçmiş ve çoğu insanın bilmemesine rağmen, aslında 2. Dünya Savaşı’nın teknik olarak gerçek başlangıcıdır. Bu savaşın sebebi de, tıpkı Japonya’nın girdiği tüm savaşlar gibi, doğal kaynak arayışıydı. Hani bize hep tarih derslerinde öğretilen ‘’Rusya sıcak denizlere inmek ister’’ şeklindeki kavramı Japonlar için de değiştirip söyleyebiliriz. Japonlarda geçmişte ve bu olayların geçtiği tarihlerde ‘’hep doğal kaynaklara ulaşmak isteyen’’ durumdaydı.


Japonya 1937’den itibaren Çin’in bütün kıyı şeridini ve kuzey bölgelerini 2 yıl içinde işgal etti. Ancak o sürede o kadar çok büyük bir araziye hakim oldu ki, tüm bu uçsuz bucaksız işgal edilmiş toprak ve yerleşimleri idare edip yönetecek, personel yetersizliği baş gösterdi. Bu personel kıtlığı sırasında da ister istemez savaş bir donma noktasına geldi ve Çin, Sovyetler’den destek alan komünistlerin desteği ile önce direnmeye, sonra da karşı saldırıya geçti. Hal böyle olunca da acımasızlıkları efsane değil gerçek olan Japonlar, insanlık suçları işlemeye başladılar. Bu olaylara müteakip Japonlar tüm müttefik ülkelerden aldıkları desteği yitirdiler. Amerika benzin ihracatını kesmedi ama uçak yakıtı ve bazı ek ürün ihracatını tamamen durdurdu. İşte bu olaydan sonra Japonya, ciddi ciddi Amerika’ya karşı cephe almaya başladı ve savaş planları arasına, Amerikan Asya Filosu’nun konuşlu olduğu “Filipinler’i işgal” planını da yürürlüğe koymaya karar verdi.


Amerikan istihbaratı güçlüydü. Japonya’nın aşırı agresif tavırlarıyla beraber gelen istihbarat neticesinde, Filipinler’deki Amerikan Asya Filosu’nun güçlendirilmesine karar verildi. İlk olarak Amerikan Sargo Sınıfı yeni denizaltılardan tam 23 tanesini Asya Filosu’na gönderdiler.


Ancak esas ve dev hamle, Amerikan Donanması’nda her zaman sadece 4 tane bulundurulan, 4 yıldızlı amirallerden birinin Asya Filosu’na atanmasıydı. Bu Amiral, hala günümüze kadar hem Amerikan hem de Dünya tarihindeki en iyi deniz komutanlarından biri kabul edilen, Amiral Thomas Hart idi.


USS Houston’un içinde bulunduğu durumu anlamak için Asya Filosu ve Japonya’nın agresif yayılmacılığını anlattık. Son olarak da, Amiral Thomas Hart’tan ve daha sonra bu amiral’in varlığı ile yokluğu arasında meydana gelen değişikliklerden; dolayısıyla bunların yıkıcı sonuçlarından bahsetmek gerek. Çünkü USS Houston’un yarattığı efsanede, Amiral Hart’ın hem varlığının hem de ilerleyen dönemdeki yokluğunun payı çok büyüktür.


Amiral Thomas Hart, 1800’lerin sonundaki Amerikan-İspanyol savaşında Amerika’nın ilk zırhlılarından USS Massachusetts’te muazzam bir başarı gösterip çok çabuk terfi etmiş ve hızlıca yükselmeye başlamıştı. Savaştan sonra da ileride Amerikan başkanı olacak olan, Amerikan Donanması’nın gelişimi konusunda en büyük destekçilerinden biri olan Theodore Roosvelt’in yatına atandı ve orda, ileride Amerikan Pasifik Orduları komutanı olacak olan Douglas MacArthur ve abisi Arthur ile tanışıp genç yaşta sıkı dost oldular. İlerleyen zamanlarda Hart’a birçok görev verildi ve bu görevler akademide eğitimden tutun, zırhlı komutanlığından, destroyer komutanlığına birçok farklı dal içerdi. Thomas Hart, çok zeki, gözlem yeteneği gelişmiş ve mucit kafalı bir denizciydi. Görev aldığı Bainbridge sınıfı USS Lawrence destroyerinde torpidolarla tanışmış ve bir süre sonra onları uzmanlık alanı haline getirmişti. Bundan ötürü de Amerikan Donanması’nın tek torpido üretim tesisi olan Newport’taki fabrikaya atandı ve İngilizlerden aldıkları Whitehead torpidolarının tasarımlarını bizzat geliştirerek, bu fabrikada İngilizlerden daha iyi ve daha ucuza torpido üretmeye başladı. Bu girişimle dünyanın birçok ülkesinden torpido siparişi alıp satmaya başlayınca bir noktada işgücü, taleplere yetişemez oldu.


Hart, işçilerinin fazla mesai yapmasını istemiyor ve işçi haklarını savunuyordu. Kendisi bir işçi çocuğu olarak doğmuş, işçi bir çocuk olarak büyümüştü ve adil bir iş gününün adil bir yevmiyesi olması gerektiğini ısrarla savunuyor, işçilerinin haklarını koruyordu. Ancak bundan ötürü o zamanki Donanma Sekreteri ve 2. Dünya Savaşı’ndaki Amerikan Başkanı olacak olan Franklin Roosevelt ile ters düştü. Bu ters düşme, 25 yıl sonra gerçekleşecek olan 2. Dünya Savaşı’nda Thomas Hart’ın kariyeriyle beraber Asya Filosu’nu da derinden sarsacaktı.


Bu ters düşme olayı, Thomas Hart’ı temkinli olup olayların notlarını aldığı bir günlük tutmaya yönlendirdi ve o günlük, günümüzde 2. Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde Asya Filosu’nda olan biteni en iyi aydınlatan kaynak olarak görülmektedir.


Konumuza dönecek olursak, Thomas Hart bu torpido fabrikasında geçirdiği 3 yılda hem torpidolar hem de politik ilişkiler konusunda çok şey öğrendi. Daha sonra Hawai’de denizaltı filosu komutanlığına getirildi. Hawaii’nin gece hayatı çok çılgın olduğu için, mürettebatının aşırı gevşemesini önleme amacıyla çok fazla tatbikat yapıp aşırı disiplinli davranınca adı “Korku salan Tommy”ye çıktı. Hızlı yükselişi daha sonra da devam etti ve hem denizaltı hem de zırhlılarda artık öğrenebilecek hiç bir şeyi kalmadığını düşünen Hart, kruvazör komutanlığı talep etti. Amerikan Donanması da, o zamanlar çok değer verdiği bu komutanını onurlandırmak ve asya’daki gelişmeleri göz önünde bulundurarak onu, 25 Temmuz 1939’da Asya Filosu’na Komutan olarak atadı.


Amiral Thomas Hart, Asya Filosu’nun konuşlu olduğu Filipinler’in başkenti Manila’ya geldiğinde Asya Filosu’nun bayrak gemisi, USS Houston’un kardeşi olan Northampton sınıfı bir başka ağır kruvazör olup, 2. Dünya Savaşı’nın Atlantik ve Akdeniz cephelerinde efsane olacak olan, USS Augusta (CL-31) idi. Ancak kısa bir süre sonra, Kasım 1941’de USS Augusta bakım için Amerika’ya döndü ve onun yerine, 1933’den sonra ikinci kez olmak üzere, Asya Filosu’nun bayrak gemisi pozisyonuna USS Houston getirildi.


USS Houston, daha önce 1931-33 arasında da Asya Filosu’nun bayrak gemisiydi. 1933-1940 arasında ise Amerika’nın Pasifik kıyı komutanlığında sancak gemisi olarak yer alıp, yeni Amerikan başkanı Franklin Roosevelt’in bizzat şahsi askeri yatı olarak kullanılmıştı. Başkan Roosevelt bu gemiyle birçok yere farklı zamanlarda ziyaret ve gezi yaptığı için USS Houston’un tüm personelini tek tek tanır hale gelmişti ve USS Houston, “Başkan’ın Favori Gemisi” olarak bilinir olmuştu. Başkan Roosevelt, USS Houston’la tam 4 kere seyahat etmişti ve bundan ötürü her daim disiplinli olmak zorunda olan geminin mürettebatı, tüm Amerikan donanması içindeki en sıkı, disiplinli, becerikli ve yetenekli mürettebat olmuştu.


Bu müthiş mürettebata 1941 yazında müthiş bir kaptan da katıldı. Bu kaptanın ismi Yüzbaşı Albert Rooks idi. Yüzbaşı Rooks, Amerikan donanması içinde saygı gören, zeki, ileri görüşlü ve disiplinli subaylardan biriydi. Suların ısındığı Asya’daki filoya atanmasının başlıca sebebinin, bu sıcak noktada bu elit gemi ve mürettebatına kendisinden daha iyi bir Kaptan adayı olmaması olduğunu biliyordu. USS Houston’ın mürettebatı Kaptan Rooks’u çok sevdi. Kaptan Rooks ise mürettebatını her daim eğitimli ve savaşa hazır tuttu. Bu karşılıklı sevgi ve disiplin, bu geminin tam 3 muharebede tek bir bedenmiş gibi çarpışıp cesurca savaşmasını sağlayacaktı.


USS Houston, 1940 Kasım’ında Asya Filosu’na dahil oldu ve Amiral Thomas Hart’ın bayrak gemisi haline geldi. 2 ay sonra da Japonların olası bir saldırısında “karşılık planı”, Donanma tarafından USS Houston’a iletildi. Ancak bundan da 3 ay sonra, Nisan 1941’de, İngilizler’in 2 zırhlı ve 1 uçak gemisini bölgeye göndereceği ve bunların caydırıcı olarak kullanılacağı bilgisi geldi. İngiltere’nin “Z Gücü” adı altında göndereceği gemiler, savaş kruvazörü HMS Repulse ile Bismarck’a karşı Hood ile savaşmış olan yeni ve modern zırhlı HMS Prince of Wales idi. Bu zırhlılara İngilizler’in yine en yeni ve modern uçak gemisi olan HMS Indomitable eşlik edecekti. İngilizler’in bölgeyi kontrol altına alacağını düşünen Amerikan Donanma Komutanlığı da, bu gelişmeler ışığında Asya Filosu’na göndermeyi planladığı 6 kruvazörlük bir filoyla 12 modern destroyerden oluşan bir gücü göndermekten vazgeçti.


Fakat bu gelişmeler ile destek almayacağını fark eden Amiral Thomas Hart, Asya Filo’sundaki gemilerin eskiliğinden ürkmüştü ve ordu ile bir işbirliği olmazsa, olası bir savaş durumunda bu filonun yok olmasının işten bile olmayacağını düşünüyordu. Çünkü Amiral Hart, Japonları, orada bulunduğu kısa süre içinde iyi etüt etmişti. Amiral Hart’ın çok iyi etüdü yüzünden tutunduğu karamsar ve temkinli tavır, aksine Japonları küçük, hor, teknolojik olarak yetersiz ve zayıf olarak gören İngilizler ve bizzat Amerikan Ordusu’nun pasifik Komutanı olan 40 yıllık dostu Douglas MacArthur tarafından küçümsenecek ve ilerde başına çok büyük bir bela açacaktı.


Douglas MacArthur, 2. Dünya Savaşı’nın genelinde bir efsanedir. Ancak eski dostu Thomas Hart’a karşı kompleksliydi. Kendisi 3 yıldızlı bir generaldi fakat 4 yıldızı olan Thomas Hart’ın kendisinin üstü olmasına muazzam derecede içine sindiremiyor, aksine onu küçük görüyordu. Macarthur, Amiral Hart’ı “Küçük filonun büyük Amirali” diye küçümsüyordu. Onu küçük gördüğü için de Thomas Hart’ın Japonlara dair olan korkularını boş buluyor, “Japonlar taş çatlasa 1945’ten önce saldıramazlar.” diyordu. Dolayısıyla da ordu ve Asya Filosunun bir arada hareket etmesine kesinlikle gerek duymuyor ve müsaade etmiyordu. Thomas Hart, günlüğünde “MacArthur’un zihin sağlığını kaybettiğini düşünüyorum. İyice patron tavırlarına büründü.” diye yazmıştı.


Ordudan destek alamayacağını anlayan Thomas Hart, olası bir Japon işgali için tüm Asya Filosu’nu Filipinler’den her an kaçacak hale getirdi ve Kasım 1941’e gelindiğinde, onları yavaş yavaş Hollanda kontrolündeki Borneo adasında bulunan, “Balikpapan” adındaki deniz üssüne göndermeye başladı.


Diğer taraftan da tam da Hart’ın tahmin ettiği gibi Japonya, Filipinler’i işgal planını tasarlamış ve geri sayıma başlamıştı. Plana göre Japonya sadece Filipinler’e değil, aynı anda hem Singapur, Hem Hong Kong hem de Hollanda kontrolündeki Endonezya’ya saldıracaktı. Bu devasa Japon İşgal Gücü’nün başında bulunan ve Hart’ın o zamanki dengi olan kişi ise, efsane Amiral Isoroku Yamamoto’dan başkası değildi. Fakat Yamamoto kesinlikle bu plana karşıydı. Özellikle Filipinler işgali için şunu demişti: “Amerika’ya saldırmak, Dünya’ya karşı savaşmakla son bulacak bir girişim. Böyle bir savaş başlaması durumunda, savaş bittiğinde kanımca Tokyo en az 3 kez baştan sona bombalanıp yıkılmış olacak ve ben de Nagato’nun güvertesinde çoktan ölmüş olacağım.” demişti, çünkü Nagato o zaman hala Japon İmparatorluk Donanması’nın sancak gemisiydi ve Japonların asıl gizli silahı olan Yamato henüz göreve başlamamıştı. (bkz. Devlerin Sonu: Zırhlılarda Sembolizm)


Bomba, 26 Kasım 1941’de patladı: Amerika, o gün Japonya’ya yapmakta olduğu petrol ihracatını, Çin’den çıkmadıkları için, kesip ambargo koydu ve iki ülke arasındaki ilişkiler bu noktada koptu. Amerika hemen ardından ne olur ne olmaz diye Brooklyn sınıfı hafif kruvazör USS Boise’yı, tamamen yeni ve modern mühimmat dolu bir halde Asya Filosu’na göndererek 4 Aralık 1941’de filoya dahil etti. USS Boise, Asya Filosu için muazzam bir katılımdı. Çünkü çok modern bir gemiydi ve radar ile donatılmıştı. Buna ek olarak İngilizler de, 2 zırhlı gemisi HMS Repulse ve HMS Prince of Wales ile Singapur’da pozisyon almıştı. Ancak ortada bir eksiklik vardı. Bu eksik İnglizlerin göndermeyi taahhüt ettiği Uçak gemisi idi. İngilizlerin göndermeyi planladığı HMS Indomitable uçak gemisi Jamaika’da karaya oturmuştu ve gövdesinde büyük bir yırtık olmasından dolayı bu görev gücüne katılamamıştı. Dolayısıyla, uçak gemisinin görev gücüne katılamamasından ötürü İngilizlerin hava savunmaları yoktu.


Tarih 7 Aralık 1941’i gösterdiğinde, Japonya ilk hamlesini yaptı ve ünlü Pearl Harbor baskınını gerçekleştirdi. Hemen ardından da Amiral Hart, USS Houston (CL-81) ile birlikte USS Boise (CL-47) ve USS Marblehead (CL-12) kruvazörlerini Manila’dan güneye doğru gönderip tüm filoyu buradan kaçırma planını devreye soktu. Kendisi Manila’da kalmıştı ve plana göre bundan sonra Amerikan gemileri, tek güvenli nokta olarak görülen Avustralya’nın kuzeyindeki Darwin şehrinde konuşlanacaklardı. Hemen ertesi gün 8 Aralık 1941’de Japonlar Filipinler’i işgale girişti. General Douglas MacArthur, o gün onu görenlerin anlattığına göre korku ve şaşkınlıktan odasında donup kalmış ve buz kesilmişti. Filipinler’i işgale girişen Japonları Singapur’a saldırmaktan geri koymak için Z Gücü’ndeki 2 zırhlısını Güney Çin Denizi’ne gönderen İngiltere, sadece 2 gün sonra HMS Repulse ve HMS Prince of Wales’in tamamen ve sadece Japon torpido ve bombardıman uçakları tarafından batırılmasıyla tarihinin en büyük şoklarından birini yaşadı. İngilizler uçak gemisi getirememelerinin cezasını ağır ödemişlerdi ve Japonlar, bir anda, Güneydoğu Asya’da karşılarında duracak hiç bir gücün olmadığının farkına vardılar. Japonlar, bundan sonra tüm ana filolarını buraya yönlendirecek ve durdurulamaz bir tayfun gibi her yeri işgal edecek, önlerine çıkan her şeyi batıracaklardı. Ancak bahse konu tayfun, daha yeni başlıyordu…


Ve bu tayfundan nasıl sağ kurtulunabileceğini tek bilen adam olan Amiral Thomas Hart’ın emriyle, USS Houston ve diğer 2 kruvazör kaçarak süratle Hollanda kontrolündeki Java adasının Surabaya limanına ulaştı. Amerikan savaş gemilerini limanlarında gören Hollandalılar bir anda heyecanlandılar. Çünkü Hollandalı yetkililerin Japonların gerçekleştirdiği Pearl Harbor baskınından haberleri yoktu ve Amerikan savaş gemilerinin Japonlardan kaçmakta olduğunu bilmiyorlardı. Aksine bu 3 kruvazörü, kendilerine desteğe gelecek çok büyük bir Amerikan destek filosunun öncüleri sanmışlardı.


Hollandalıların bu yanılsamasının nedeni ise kendi topraklarının ısrarla savunulması için Amerikalılardan yardım istemeleriydi. Ayrıca Hollandalılar, Japonları hor gördükleri için Japonlara tekrar tekrar saldırıp onları caydırmak istiyordu. İngilizler de batan 2 zırhlıları yüzünden zayıf düşmüş ve onlar da işgal korkusu yaşadıklarından Amerikalılara, bölgede kalıp savaşmaları için çok büyük bir baskı uyguluyordu. Oysaki Amiral Thomas Hart, önceliği “önce güvenlik” ilkesine vermişti. Yani filo olabildiğince bir arada durup kendini savunacak, hem de Avustralya ve Java adası arasındaki ikmal yollarını güvende tutmak için ticaret konvoylarını koruyacaktı. Çünkü gıda, yakıt ve cephane ikmali kesilirse, bir liman şehrinin ve üssün düşmesi için birkaç gün yeterli olacaktı. Ve karşıda da, yıldırım hızıyla işgale girişmiş ve Blitzkrieg’in deniz versiyonunu mükemmel uygulayan, son derece teknolojik ve güçlü ve tamı tamına 6 uçak gemisiyle desteklenen, hava gücü muazzam bir Japon donanması vardı. Tek sorun, Amiral Hart’ın ne İngilizleri ne de Hollandalıları bu gerçeğe inandıramamasıydı. Çünkü Hart’ın muhatapları böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine inanmıyorlardı.


Çünkü özellikle Hollandalılar Japonları hala ilkel sanıp hor görüyorlar, Japon teknolojisinin işe yaramaz ve antika olduğunu düşünüyorlardı. Ama gerçek hiç de öyle değildi. Japon uçak gemilerinden kalkan uçakların desteğinde Japon İşgal Gücü, karşısında hiçbir şey bulmadan ilerlemeye devam ediyordu. Hatta Douglas MacArthur’un o çok güvendiği savunma kuvvetleri, Japonları görünce emrine itaatsizlik edip dağılarak kaçmıştı. Amiral Hart’da en sonunda “Buraya kadarmış” deyip 24 Aralık 1941’de USS Shark denizaltısına bindi ve o da, USS Houston’un ardından Filipinler’i terk ederek Hollanda kontrolündeki Java adasına doğru yola çıktı. Hart’ın kaçmasıyla binlerce donanma personeli, Filipinler’de acımasız Japon işgalcilere karşı kaderlerine terk edilmiş oldu. Bu personelin çoğu, savaş esiri olup; hemen hepsi takip eden birkaç yıl içinde açlık, hastalık ve ağır işkenceden ölecekti.



Ama Amiral Hart’ın başka bir yolu yoktu. Japonlara karşı koyabilmek için sağ olması gerekiyordu. Denizaltıda tam 8 gün boyunca yolculuk etti ve o 8 günde, kendisinden habersiz hem kariyerini hem de Asya Filosu’nu temelinden sarsacak olaylar meydana geldi…


İlk olarak, kendisinden iyice nefret eder hale gelmiş olan Douglas MacArthur, bizzat başkent Washington’daki politik tanıdıklarına Hart’ı kötülemek için elinden geleni yapmış, Amiral Hart’ı, donanmayı Filipinler’in işgalinde etkin bir biçimde savunma yapmak için kullanmayıp ‘’korkak olmakla’’ suçlamıştı. İşin kötü yanı da, politik bağları çok güçlü olan MacArthur’un, Hart’ı suçladığı kişi, yine torpido fabrikasındaki işçiler yüzünden Hart’la arası bozuk olan, Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt’ten başkası değildi.


İkinci olarak da, Hart denizaltıda 8 gün geçirirken hiç bir iletişim kaynağı yoktu. Bu süreçte, savunmaya çekilen Amerikan, İngiliz, Hollanda ve Avustralya kuvvetleri ortak bir askeri güç kurmuştu. Bu güce, ABDA ismi verilmişti ve başına da İngilizlerin o zamanki sömürgesi olan Hindistan’ın valisi olan, Archibald Wavell adında, burnu kalkık ve soylu, aristokrat bir adam getirilmişti. Thomas Hart’a ise, kendisinden habersiz bu ABDA gücünün Deniz Kuvvetleri Komutanlığı verilmişti.


Hart, önce kendisine karşı yöneltilen korkaklık suçlamalarını bizzat günlük notlarını göndererek çürüttü. Özetle, notlarında “Filipinler, orda bir hava savunmamız olmadığı için daha en başından kaybedilmiş bir meseleydi…” demişti. Buna ek olarak, hem kendi yaptığı hem de MAcArthur’un yaptığı hamleleri karşılaştırmış ve MacArthur’un eksiklerini ortaya çıkartmıştı. Akabinde de Amerikan Deniz Kuvvetleri Baş Komutanı olan Ernest King, Hart’ın tarafını tutarak tüm ısrarlara rağmen onu görevden almayıp görevine devam ettirmişti.



Bundan sonra da Hart, donanmasını olabildiğince bir arada, sağlam ve güvende tutmaya çalıştı. İkmal yollarını güvende tutarsa; dağılmadan ve mühimmat, gıda ile personel eksikliği çekmeden savunmaya ve savaşmaya devam edebilecekti. Ancak İngiliz ve Hollandalılar aynı fikirde değildi. Onlara göre Japonların donanmaları teknoloji olarak zayıftı ve Hart, Japonları gözünde aşırı büyütüyordu. Özellikle Hollanda Kuvvetlerinin komutanı olan ve Thomas Hart’ın ardından 2. Kumandan olan Conrad Helfrich önceliği Japonlara saldırmaya veriyordu. Aslında Amiral Helfrich deniazaltı komutanıydı ve Japonlar hakkında tam bşr bilgisi ve istihbaratı yoktu. Yine de Helfrich saldırı konusunda ısrarcıydı ve İngilizler de kendisini destekliyordu.


Bu ısrarı neticesinde Japonlara karşı yapılan ilk deniz saldırısı olacak olan Balikpapan Deniz Muharebesi için 4 Amerikan destroyeri ile buluşmaya giderken, filodaki tek radarlı gemi olan USS Boise hafif kruvazörü, 21 Ocak 1942’de haritada daha önce belirlenmemiş bir noktada karaya oturup teknesinin altını yırttı. Aldığı hasar ağır olduğu için de muharebeye katılamadan tamir için Amerika’ya dönmek zorunda kaldı. Boise’nin yokluğu, Asya Filosu için çok büyük bir darbe olmuştu. Daha da önemlisi, radarın olmayışı, ilerde başlarına çok büyük bir felaket getirecekti.


Japonlar, her ne kadar Filipinler’i işgal etmiş olsalar da, asıl hedefleri hiç bir zaman Filipinler değildi. Yazının başında bahsetmiş olduğum gibi, Japonların hedefi her zaman doğal kaynaklardı ve bu doğal kaynakların ana kaynağı Filipinler’de değil, Hollanda kontrolündeki Güneydoğu Asya adaları, yani günümüzün Endonezya adalarında mevcuttu. Bu doğal kaynakların en önemlisi kuşkusuz petroldü ve Japonların, güçlerini korumak için petrole ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla Filipinler’i, doğal kaynakların olduğu Endonezya ile Japonya arasındaki ikmal yolunda bir engel olarak görüp, sırf sıkıntı çıkmasın diye işgal etmişlerdi. Sıra, Endonezya adalarındaydı ve burayı da hızla işgale giriştiler.


Japonların, petrol kaynakları bol olan Borneo adasına çok büyük bir kuvvetle geldiği istihbaratını alan Hollandalılar, baskı yaptılar ve zorla Amiral Hart’ı bir karşı saldırı yapmak için ikna ettiler. Hollandalıların görüşüne göre ‘’Ne de olsa Japonlar zayıftı…’’. Ama Hart çok temkinliydi. Bir savaş gemisi görev grubu oluşturdu. Bu grubun başına da Hollanda’nın önemli deniz subaylarından ve Hollanda savaş gemileri komutanı Tuğamiral Karel Doorman getirildi. Görev grubundaki gemiler şunlardı: Amerikan Ağır kruvazörü USS Houston, Amerikan hafif kruvazörü Omaha sınıfı USS Marblehead, Hollanda’nın en büyük hafif kruvazörü ve Tuğamiral Doorman’ın sancak gemisi De Ruyter, ve yine Hollanda’nın en modern hafif kruvazörü Tromp. Bunlara 3 Hollanda destroyeri ve 4 Amerikan Clemson sınıfı eski destroyer, denizaltı koruması olarak eşlik edecekti ve bu görev grubu, Borneo adasına yaklaşan ve eski teknoloji sandıkları Japon savaş gemilerinin karşısına çıkıp onlarla savaşacak ve iyimser bir senaryoyla bu işgalcileri geri püskürteceklerdi.


Saldırı gücü 2 Şubat 1942’de yola çıktı. Ancak Amerikan tarafında bir sıkıntı vardı. Her ne kadar mürettebat tam eğitimli olsa da, tüm bu eğitim tamamen tatbikatlarda yapılmıştı ve mürettebatın gerçek bir savaş deneyimi bulunmuyordu. Ne Houston ne de Marblehead’in mürettebatı, aslında bir çarpışmaya hazır değildi. Ancak daha da önemli olan unsur, USS Houston’un bulundurduğu 5 inch’lik hava savunma mermilerinin bozuk ve hatalı olmasıydı. Bu o kadar ciddi bir sorundu ki, donanmada yapılan testlerde mermilerin sadece 20%’sinin patladığı görülmüş ve bu durum, USS Houston’un kaptanı Rooks’a rapor edilmişti. Ancak kaptan Rooks, mürettebatının moralini bozmamak için bunu onlara söylememişti.


4 Şubat sabahı bu saldırı gücü Japon filosunu ararken, sabah 9:30’da Amiral Doorman’a yaklaşık 37 uçaktan oluşan bir Japon hava gücünün, üçerli gruplar halinde kendi istikametlerine doğru yaklaştığı raporu geldi. 4 kruvazör aralarında 650 metre mesafeyle bir kol şeklinde ilerliyor, önlerinde ve arkalarında da destroyerler anti denizaltı koruması için sonarlarını açık tutarak birer ses duvarı oluşturuyordu. Ve saat 10 gibi ufukta görünen Japon bombardıman uçakları, destroyerleri tamamen yok sayarak, daha en başından filonun ana gücü olan kruvazörlere odaklanarak dalışa geçtiler. Böylelikle USS Houston’un ilk çarpışması, başlamıştı…



Tarihe “Makassar Boğazı Muharebesi” olarak geçen bu çarpışma, tamamen gemiler ve uçaklar arasında yapılan bir muharebe oldu. İlk önce kruvazörler uçakları görür görmez dağılarak manevraya başladılar. USS Houston’un uçaksavar mermileri daha en başından bozuk olduklarını belli etti. Hava savunma mürettebatı kendilerine dalgalar halinde alçalan bombardıman uçaklarına öfke ve çığlıklarla sıkıyor, ama mermilerin çok azı patlıyordu. Ancak bir gerçek vardı, o da USS Houston hava savunmasının muazzam derecede isabetli nişan buluyor olmasıydı. Evet, o tüm gürültü ve duman karmaşasında çok az mermi patlıyordu ama patlayanlar da alçalan o üçerli uçak gruplarının tam ortasında patlıyordu. USS Houston’un mürettebatı, eğitimlerinin kalitesinin hakkını veriyordu.


Özellikle Kaptan Rooks, adına ve şanına yakışır şekilde bu bomba yağmurunda, muazzam bir iş çıkarıyordu. Kendisi bizzat dümene geçmişti ve yardımcı subayı da bomba atmak için alçalan uçakları izliyordu. Uçaklar tam bombaları salarken yardımcısı “şimdi” diye uyarıyor, kaptan Rooks da iskele veya sancak tarafına sert dönüşlerle USS Houston’ın direncini perçinliyordu. USS Houston, tek vücut halini almış mürettebatının bu üstün becerileri sayesinde bir kayakçı gibi slalom yapa yapa suda patlayan bombaların arasından sıyrılıyor, deniz yüzeyinde kocaman ‘’S’’ harfleri çiziyordu. Bombalar çok yakın patlıyordu ve patlayan her bombanın şarapnelleri, Houston’un teknesinde gök gürültüsünden sonra metal parçalar yağdıran bir yağmur sesi gibi yankılanıyordu.


Japon uçakları özellikle Amerikan bayraklı 2 kruvazöre odaklanmıştı. Japonlar Houston’u ıskalarlarken, daha eski ve yavaş olan, USS Marblehead bu muharebede ilk isabet alan gemi oldu. İlk bomba isabetini burun kısmından aldı ve bu bomba, zaten zırhsız olan kruvazörü delip içine girerek tam da hasta revir odasında patladı, üstüne üstlük geminin ön tarafındaki elektrik aksamını çökertti. Buna ek olarak da geminin dibinde kocaman bir delik açtı. Çok geçmeden ikinci bir bomba bu sefer Marblehead’in kıç tarafına isabet etti ve bu bombanın verdiği hasar çok daha büyük ve kalıcı oldu. Ana dümen odasında patlayan bu bomba sebebiyle geminin dümeni “tam sola” kilitlendi ve gemi kendi çevresinde halkalar çizmeye başladı. Bu bomba yağmuru sırasında 13 denizci ölmüştü ve USS Marblehead’in dümeni kitlendiği için artık kolay bir hedefti…


Saat 11:00’dan sonra muharebenin sonlarına doğru 6 tane çift motorlu bombardıman uçağı inatla kendilerine karşı koyan USS Houston’a doğru dalışa geçti. Kaptan Rooks son derece sert ve şiddetli dönüşlerle hepsinin attığı bombalardan sıyrıldı ancak başını son bir kez kaldırdığında, çok tatsız bir sürprizle karşılaştı: Japon bombardıman uçaklarından bir tanesi uyanıklık yapıp dalışa geçerken yavaşlamış ve bombalarını bırakan diğer 5 tanesinin kasten gerisinde kalmıştı. Tam da kaptan Rooks, USS Houston’u düzeltmişken bu uçak son anda üstünden geçip bombasını bıraktı. Bu bomba, arka direği yamultup radyo odasını deldi ve o an iskele tarafına bakan arka taret ile arka kule arasında çok şiddetli bir biçimde patladı. Bu patlamada tamı tamına 48 denizci tek seferde, 1 saniye içinde hayatını kaybetmişti. Fakat USS Houston aslında bir facianın eşiğinden dönmüştü. Eğer ki arka taret iskeleye dönük olmasa, bomba belki de güverteyi tamamen delecek ve tam da taretin altındaki ana cephanelikte infilak ederek gemiyi tıpkı Hood gibi tek seferde havaya uçuracaktı.


Taretin içi çok ısınmıştı ve taret içindeki mermilerin aşırı ısınıp patlamasını engellemek için bir kısım asker o yakıcı sıcaklık ve dumanın içinde taretin içine girip mermileri kum torbalarıyla örttüler. Elleri ve yüzlerinin yanması pahasına geminin patlamasını engelleyeceklerdi ve en son da deniz suyuna bağlı bir hortum çekerek taretin içini deniz suyuyla yıkayarak söndürdüler. Ancak C tareti, patlama sebebiyle hem iskele yönüne kilitlenmiş hem de mekanizması bozulmuştu. Artık kullanılacak vaziyette değildi.


USS Houston, toplamda 3 saat süren tüm bu çarpışmada 400’den fazla uçaksavar mermisi sıktı ancak birçoğu kurusıkıydı. Tüm bombalarını harcayan Japon uçakları saat 1’e doğru irtifa kazanarak çekildi ve Makassar Boğazı Muharebesi sona erdi.


Kaptan Rooks bu muharebenin hemen ardından, Amiral Hart’ın karşısına çıkıp net bir şekilde, ellerinde üzerlerine doğru gümbür gümbür gelen Japonlara karşı ciddi bir tehdit oluşturabilecek ve doğru düzgün hava savunmasına sahip tek geminin USS Houston olduğunu üstüne basa basa rapor etmişti. Bu muharebede USS Houston olmasa, tüm bir filo birer kağıt gemiden farksız şekilde japon uçakları tarafından batırılacaktı. Amiral Hart, en acil şekilde USS Bose’nin getirip, gitmeden önce geride bıraktığı en yeni ve modern uçaksavar mermilerinin USS Houston’a yüklenmesini emretti. USS Houston, USS Marblehead’in de muharebeden sonra tamir için Güney Afrika’ya doğru yola çıkmasının ardından, görünen manzara itibarıyla, geriye kalan bu ortak gücün güçlü ve bir şeyler yapabilecek kapasiteye sahip tek gemisiydi. Tüm yük, birden USS Houston’un omuzlarına binmişti. Ancak en kötüsü daha gerçekleşmemişti…


Makassar Boğazı Muharebesi’nden önceki 1 ay boyunca General MacArthur, Amiral Hart’ı kötüleyen lobi faaliyetlerine devam edip, bu faaliyetlerini daha da hızlandırmıştı. Macarthur’un Amiral Hart’a yönelik suçlamaları: inisiyatif almamak, korkaklık ve yeteri kadar irade gücüne sahip olmamak üzerineydi ve bu sebeplerden ötürü görevin sorumluluğunu kaldırabilecek becerilere sahip olmadığını dayanak olarak gösteriyordu. Ancak Amiral Hart’e tek garezi olan MacArthur değildi…


Çok güvendikleri 2 zırhlısı 2 saatte Japonlar tarafından batırılan İngilizler, hala kendilerini üstün görüp “Amerikalıların yerlerine oturtulması” gerektiği düşüncesindeydiler. Amiral Hart’ın Japonları son derece ciddiye alıp temkinli davranmasını açıkça “kötü bir tutum” ve “terbiyesizlik” olarak görüyorlardı. Ama sadece İngilizler değil, Hollandalılar da Amerikalılardan farklı beklentiler içindeydi. Amiral Helfrich’in, Thomas Hart ile aynı seviyede, eş-komutan olmasını istiyorlardı. Çünkü Thomas Hart, Hollandalıların topraklarını korumaktan ziyade, o toprakları korumak için gereken filoyu korumaya odaklanıyordu. Fakat Hollandalılar, Japonlara saldırırlarsa kazanacaklarından emindi ve saldırmadığı için de Hart’ın üzerinde saldırı için baskı kurmaya çalışıyorlardı.


Amiral Thomas Hart, çevresini saran tüm bu olayların aslında askeri değil, politik bir satranç tahtasının hamleleri olduğunun farkındaydı ve kendisi bir politikacı değildi. Tüm bu bir araya gelmiş filonun içinde, bir tek kendisi olaya tamamen stratejik ve taktiksel açıdan bakıyordu. Geriye kalan herkes, yani İngilizler, Hollandalılar, İngilizler ve Avustralyalılar, hatta Amerika’daki siyasetçiler; olayı “politik bir vitrin” gözüyle izliyor ve bu yönde hamle yapıyorlardı. Hart en sonunda, kendisine yapılan bir sürü kumpastan sonra Amerikan Donanma Komutanı Amiral Ernest King’e durumu anlattı. Ernest King, kesinlikle Hart’ın tarafını tutuyordu ancak işler iyice sarpa sarmasın, Amerika bölgede kontrolü kaybetmesin ve politik ilişkileri zedelenmesin diye Hart’a “sağlık problemlerini” bahane göstererek görevden çekilmesini tavsiye etti. Tüm bu baskı ve suçlamalardan yorulmuş olan Thomas Hart, Ernest Kingin tavsiyesini mantıklı buldu ve sağlık sorunlarını bahane ederek emekliliğini istedi.


15 Şubat 1942 günü, Amerikan Asya Filosu resmi olarak sona erdirildi ve kağıt üstünde Abda Deniz Gücü’nün bir parçası haline getirildi. Aynı gün, efsanevi Amiral Thomas Hart komutanlık görevini bırakarak yerine aslında bir denizaltı komutanı olan Hollandalı Tümamiral Conrad Helfrich geldi. Bu gelişmeler, USS Houston’un hem efsanevi kaderini çizecek olan, hem de sonunu hazırlayan felaket serisinin başlangıcı oldu.


Helfrich’in ABDA’nın başına geçmesiyle de, Thomas Hart’ın izlediği “önce güvenlik” politikası tamamen iptal edildi ve Hollandalıların o anki sömürgeleri olan ve petrol gibi doğal kaynaklarından dolayı Japonların gözünü diktiği Endonezya adalarını Japonlara karşı korumak için, agresif ve saldırgan, dolayısıyla da açık ve savunmasız bir strateji izlenmeye başladı. Hollandalıların hedefi, Japonları püskürtmekti. Çünkü Hollandalılar, Japon savaş gemilerinin ve teknolojilerinin 1920’lerden kalma olduğunu düşünüyorlardı.


Bu gelişmeler sırasında 4 Şubat’taki Makassar Boğazı Muharebesi sırasında aldığı hasarlardan sonra USS Houston, önce 11 Şubat 1942’de tamir için Avustralya’nın Darwin şehrine geçmiş; Darwin şehrinden 14 Şubat 1942’de ayrılıp Java’ya giden bir konvoyu koruma görevi üstlenmişti. Geminin bu görevi almasındaki en önemli sebep bölgede bu önemli konvoyu koruyabilecek tek geminin USS Houston olmasıydı. Houston’un bu konvoyu koruma sebebi ise bu konvoydaki gemilerin hem hayati önemde mühimmat ve binlerce asker taşıyor olmasıydı. Bu görevden sonra 18 Şubat 1942’de Houston Darwin limanına geri döndüğünde, Kaptan Rooks, Amiral Hart’ın görevden ayrıldığı haberini aldı. Bu haber, Kaptan Rooks için bir nevi, kıyametin başlangıcı niteliğindeydi…


Hart’ın yokluğunda oluşacak taktiksel değişiklik ve kopacak kıyameti tahmin eden kaptan Rooks, hiç beklemeden USS Houston’a yakıt ikmali emrini verdi. Kaptan Rooks, Darwin’den kaçması gerektiğini hissediyordu ve yakıt ikmali yapar yapmaz, USS Houston o gece saat 22:00’da Darwin limanından apar topar ayrıldı. O an itibarıyla USS Houston’un mürettebatı 24 saatten fazladır uykusuz bir vaziyette alarm durumundaydı.


Ne Amerikalılar ne de Avustralyalılar farkında değillerdi ama hızla güneye doğru yayılmakta olan Japon İmparatorluk Donanması, devasa büyüklükte bir görev gücü ile Avustralya’nın kuzeyindeki Darwin limanına saldırmak için tam da o sırada, bölgeye gelmişti. Daha sonra 2. Guadalcanal Deniz Muharebesi’nde USS Washington tarafından sancak gemisi Kirishima batırılacak olan Amiral Nobutake Kondo komutasındaki bu görev gücünde 2 zırhlı, 5 ağır kruvazör, 4 uçak gemisi ve 20’den fazla destroyer vardı.


Dolayısıyla Kaptan Rooks, hislerinde yanılmamıştı. USS Houston’un kaçar vaziyette ayrıldığı o gecenin sabahı olan 19 Şubat 1942’de Japonlar, 4 uçak gemisinden kalkan tam 242 uçakla, tarihe “Darwin Bombardımanı” olarak geçecek olan bombalamayı yaptılar. Bu saldırıda 250’den fazla ölü ve 400 kadar yaralıya ek olarak 30 uçak ve 11 gemi imha edildi ve 20 kadar gemi de hasar gördü. USS Houston, Kaptan Rooks’un öngörüsü ve tecrübesi sayesinde, bu yıkım ve faciadan son anda kurtulmuştu.


USS Houston, Darwin Bombardımanı da dahil olmak üzere o ana kadar birçok kez Japonlar tarafından “batırıldı” diye duyurulmuştu ama her seferinde başka bir yerde ortaya çıkıp Japonları rahatsız etmeye devam ediyordu. Dolayısıyla da lakabı “Java kıyısının hızlı hayaleti” olmuştu.


USS Houston’un Darwin’den ayrıldığı gün bir başka Japon işgal gücü, Bali adasını işgal etmişti ve ABDA kuvvetleri komutanı olan Tuğamiral Karel Doorman, inisiyatif alarak bir görev gücünü Japonların üzerine gönderdi ve tarihe “Badung Boğazı Muharebesi” olarak geçecek çarpışma yaşandı. ABDA kuvvetleri tamamen Hollanda gemilerinden oluşuyordu ve 3 hafif kruvazör (De Ruyter, Java ve Trump) ile 7 destroyer ve 2 denizaltıdan meydana geliyordu. Ancak karşılaştıkları Japon gücü, kendilerinden kat be kat zayıf olacak şekilde sadece Asashio sınıfı 4 destroyerden oluşuyordu. Fakat Japonların gizli silahı, ilk kez burada ortaya çıktı. ABDA kuvvetleri, kendilerinden katlarca zayıf olan Japon destroyerleri tarafından muazzam bir bozguna uğradılar ve bunda, Japon Tip 93 “Uzun Mızrak” torpidoları başrol oynamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın uçak gemilerinden sonraki en muhteşem silahı olan bu torpidolar dev boyutlardaydı, patlayıcı özellikleri olağanüstüydü ve 40 kilometre menzilleri vardı. Buna ek olarak sıvı oksijenle itildiklerinden su yüzeyinde iz bırakmıyorlar, dolayısıyla da uzaktan veya havadan tespit edilmeleri imkansıza yakın derecede zordu. Asashio’nun attığı bu torpidolardan sadece bir tanesi, Hollanda destroyeri Piet Hein’e isabet ederek anında ortadan ikiye böldü ve batırdı. Hollanda, bir kruvazörünün de ağır hasar alıp tamir için temelli ayrıldığı bu muharebeden sonra asla tek başına hareket edemedi. Japonlar, ilk defa güçlerini Hollandalılara göstermişler ve Hollandalıları gerçekten korkutmuşlardı.



ABDA kuvvetlerinin konuşlu olduğu Java adasındaki Surabaya limanı da, artık 3 günde bir Japon uçakları tarafından bombalanmaya başlamış ve bundan ötürü de ABDA gemileri, gündüz vakitleri limanda tutulmuyor ve kolayca saptanamayacakları açık sulara gönderiliyorlardı. Müttefikler, en sonunda Japonlardan ciddi şekilde korkmayı öğrenmişti...


İşte Darwin Limanı’ndaki bombardımandan son anda kaçmış olan USS Houston, 24 Şubat 1942’de vardığında Surabaya limanını bu korku ve şartlar altında buldu. Yüzlerine baktıkları herkes korkuyordu, bir tek USS Houston’un mürettebatı bu tip bir baskı ve şiddete alışmıştı ve herkesin ürkek bir tavşan gibi korktuğu bu ortamda, dizginleri ellerine alıp sorumluluk üstlenmek içgüdüsel davranışları oldu. USS Houston, bu dakikadan sonra kaptan ve mürettebatının sorumluluk üstlenmesi ile ABDA kuvvetlerinin kağıt üstünde değil, ama bizzat uygulamada, lider savaş gemisi rolünü üstüne aldı.


Japonların az önce kısaca bahsettiğim Badung Muharebesi’ndeki zaferden sonra tüm Bali adasını işgal etmesinin ardından İngilizler dehşete düşmüş ve derhal Java’dan toplayabildikleri ne kadar adam varsa alarak uzaklaşmışlardı. Çünkü Bali’den hemen sonra, Java vardı. Ertesi gün olan 25 Şubat 1942’de, daha önce Alman Graf Spee’ye karşı savaşmış olan ünlü İngiliz ağır kruvazörü HMS Exeter ile 3 İngiliz destroyerine ek olarak Avustralya’nın modifiye edilmiş Leander sınıfı kruvazörü olan Perth, Surabaya Limanı’na gelerek limanda konuşlu bulunan Hollanda ve Amerikan deniz kuvvetlerine destek olmak üzere katıldı.


USS Houston’un kaptanı Rooks, derhal Hollanda güçlerinin sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter’e giderek Amiral Doorman’a, “Savaş planımız nedir?” diye sordu. Kaptan Rooks görevden alınan Amiral Hart’ın yokluğunda kendisi hariç kimsenin, temkinli davranmayacağını hissediyordu ve bu hislerinde de haklıydı. O gece gelen istihbarat raporlarından, Filipinler’de toplanan 100’den fazla gemiden oluşan bir Japon işgal gücünün kendilerine doğru hızla yola çıkmış olduğu istihbaratını aldılar. Ve bu istihbarat dahilinde daha da korkması gereken Amiral Helfrich, bunun yerine bir karşı saldırı planı oluşturup atağa kalkma emri verdi.


Daha önce hiç muharebe deneyimi olmayan Conrad Helfrich, kendisine an itibarıyla 320 kilometre uzaklıkta olup süratle üzerine gelen bu devasa Japon gücünü hala hafife alıyor ve tamamen teorik olan bir muharebe taktiğini uygulamaya koyuyordu. Bu taktiğe göre 2 kuvvet karşı karşıya geldiğinde önce İngiliz ve Hollanda destroyerleri, yani küçük üniteler tek seferde hücuma kalkıp rakibin dikkatlerini üzerlerine çeker çekmez dönüp kaçacaklar, arkalarından gelen kruvazör grubu aniden belirip Japonlara topları ile sürpriz bir atak yaparak vur ve kaç taktiğini uygulayarak geri çekilirken en arkadan gelen Amerikan destroyerleri de geniş çaplı bir torpido salvosu bırakacaklardı. Conrad Helfrich, o anki Amerikan torpidolarının, ne kadar kötü ve işlevsiz olabileceğinden hala bihaberdi… Oysaki Thomas Hart, özellikle bunu bildiği için birebir bir çarpışmaya girmemeye çalışmıştı…


Conrad Helfrich yönetimindeki kuvvetin üzerine Japon Deniz gücü, inanılmaz bir hızla yaklaşıyordu. Öyle ki, Amerikan devriye uçaklarının bu deniz gücünü saptadığını ilettiği rapor Hollandalılara ulaştığında Japonlar, Surabaya limanının 290 kilometre açığına gelmişti bile. Surabaya’daki müttefik gemileri gündüzleri devriyeye çıkıyor ve hepsi farklı farklı raporlarla dönüyordu. Her ne kadar Japon güçlerinin rakamları konusunda bir sürü çelişki olsa da ortalama 4 kruvazör ve 14 civarı destroyerin yanında 50’den fazla yük gemisinin bu rakamlara dahil olduğu kesinleşmişti.


İşte bu manzara dahilinde, müttefiklerin diplerine kadar gelmiş olan Japon Kuvvetlerine karşı geriye yapılabilecek tek bir şey kalmıştı. Müttefik donanmasının saha komutanı olan Hollanda’lı Tuğamiral Karel Doorman, 27 Şubat günü öğlen saat 15:00’da tüm gemilere sinyal ile şu mesajı iletti:


Düşmanı durdurmak üzere yola çıkıyorum. Beni takip edin. Detaylar daha sonra bildirilecek...


27 Şubat günü bu müttefik kuvveti daha yola çıkar çıkmaz, yarım saat bile geçmeden Japon uçak gemilerinden kalkan gözetleme uçakları tarafından tespit edildi. Tüm bu donanmada tek doğru düzgün hava savunma sistemine sahip gemi olan USS Houston, tüm uçaksavar silahlarını ateşleyerek Japon uçaklarını daha o an saldırmaktan vazgeçirdi. Ama Amiral Doorman ürkmüştü, gittikçe kapanan bir kapana kısılmış gibiydi ve kurtulmanın tek yolu, o kapanı kırmaktı.


Amiral Doorman, hemen Surabaya limanındaki üsten, geriye kalan 8 avcı uçağının havalanıp kendilerine hava savunması olarak destek vermesini talep etti. Ancak o 8 tane avcı uçağı, yaklaşmakta olan Japon Deniz gücünü bombalamak üzere havalanmış olan bir başka 4 bombardıman uçağını koruma vazifesiyle daha önceden havalanmıştı bile...


Üstlerine doğru tsunami gibi yaklaşmakta olan Japon kuvvetlerine doğru, karşı hücuma kalkmış olan müttefik gücü ne zayıf, ne de azımsanacak bir kuvvet değildi. Amiral Doorman’ın sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter, en önden ilerleyerek bir kruvazör hattının liderliğini yapıyordu. Bu kruvazörler sırayla İngiliz ağır kruvazörü HMS Exeter, Amerikan ağır kruvazörü USS Houston, Avustralya hafif kruvazörü Perth ve Hollanda hafif kruvazörü Java şeklinde sıralanmıştı.


Clemson sınıfı 4 Amerikan destroyerine ek olarak Hollanda’nın 2 destroyeri Kortenaer ve Witte de With, 4 kilometre gerilerinden gelirken kruvazörlerin hızlarına yetişmekte sıkıntı yaşıyorlardı. Özellikle Kortenaer, kazan dairesindeki sıkıntı sebebiyle 24 knot’dan daha yüksek bir hıza erişemiyordu. Amerikan destroyerleri ise eski olduklarından kapasitelerinin tamamında bile yavaş kalıyordu. Kruvazörlerin önünde ise, 3 İngiliz destroyeri Electra, Jupiter ve Encounter birer anti-denizaltı kalkanı işlevi görmek için hidroakustik ile önlerindeki yolu tarıyorlardı.



Yukarda bahsedilen kuvvet aslında hiç de zayıf değildi. Ama zayıf olan, hatta çok zayıf olan ise yukarıda bahsettiğimiz taktik dizilim idi. Sadece bu taktik dizilim yüzünden Amerikan ve İngilizler rahatsız olmuş; ancak bu kritik anda ortalığı galeyana getirmektense emirlere uymayı tercih etmişlerdi. Bu taktik dizilime bakıldığında ilk görülen şey, Tuğamiral Doorman’ın aslında, pratik muharebe taktiklerinden bihaber olduğu idi. Tuğamiral Doorman bu taktik dizilim ile daha önce hiç deniz çarpışmasına girmemiş biri olduğunu açıkça belli etmişti. Çünkü aslında olması gereken dizilim bu değildi. Bu dizilim, oldukça sıra dışı bir fanteziydi.


Aslında, muharebe öncesi taktik dizilimlerde özellikle İngilizler bir şeyi çok iyi etüt etmişti: Kuvvetleri kendi sınıflarına göre ayırıp gruplandırarak hepsinin aynı anda en güçlü özelliğini ortaya çıkarmak daha kolay ve etkiliydi. 1. Dünya Savaşı’ndaki Jutland Deniz Muharebesi’nde hem Almanlar hem de İngilizler zırhlılarını beraber, savaş kruvazörlerini beraber, destroyerlerini de beraber ayrı gruplar halinde farklı görevlerle kullanmış ve her iki taraf da tüm kayıplarına rağmen yenilmemişti. Bu, İngilizlerin yüzyıllardan gelen deniz geleneği sonunda vardıkları bir taktik çıkarımdı. Yani, anlık bir icat değildi. Ama Karel Doorman, maalesef bunu ya bilmeden, ya da görmezden gelerek kendne göre bir taktik plan oluşturmuştu ve bu plan, müttefiklere çok pahalıya mal olacaktı.


Standart doktrine göre ateş gücü en büyük olan üniteler, yani bu filoyu örnek vermek gerekirse 8 inch’lik toplara sahip ağır kruvazörler HMS Exeter ve USS Houston, en önde olmalıydı. Bunları hafif kruvazörler takip etmeli, destroyerler ise kanatlardan torpido saldırısı düzenlemeliydi. Ancak Tuğamiral Doorman’ın taktiğinde kruvazörlerin ardına yerleştirilen destroyerler, önlerindeki kruvazörler çekilene kadar tamamen fonksiyonsuz ve bekler vaziyette bulunacaklardı. Muharebeye girseler bile çok geç dahil olacaklardı bu da onların etkisini çok büyük derecede azaltacaktı.


İşte bu kaotik taktik diziliş sebebiyle müttefik kuvveti bir kaos içindeyken, saatler öğleden sonra 16:00’ı gösterdiğinde, filonun en önünden gözcü olarak ilerleyen İngiliz destroyerleri, ufukta ilk düşman siluetlerini görmeye başladı. Japonlar, en nihayetinde ufuk çizgisinde belirmişti ve bu ilk beliren 2 gemi silüeti de oldukça büyüktü. Bunlar, görünüşe göre zırhlıydı.


Müttefik güçleri mürettebatının stres ve gerginlik dolu o bekleyişten sonra en nihayetinde günlerdir üstlerine doğru gümbür gümbür gelmekte olan düşmanla yüzleşmek, ve ilk gördükleri düşman gemilerinin de kocaman zırhlılar çıkması. Muhtemelen o an korkmamış olsalar bile, büyük ihtimalle moralleri bozulmuştu…


İşte bu iki büyük gemi ufukta belirir belirmez, hemen arkalarındaki o ufuk çizgisi bir anda onlarca düşman gemisiyle doldu. Sanki dev bir karınca sürüsü gibiydiler. Ancak Japonların bu işgal gücü, Güneydoğu Asya adalarını işgal için gönderdikleri birkaç kuvvetten sadece bir tanesiydi. Aslında bu kuvvette de herhangi bir zırhlı da bulunmuyordu. İngiliz destroyerlerinin “zırhlı” diye rapor ettiği ve Japon işgal gücünün liderliğinde ilerleyen 2 gemi, Myoko sınıfı 2 ağır kruvazör, Nachi ve Haguro’ydu. Bunların hemen arkasında Japon gücü 2 kanada ayrılmış şekilde ilerliyordu ve her iki kanat da, Sendai sınıfı birer hafif kruvazör tarafından komuta ediliyordu. Bu hafif kruvazörler, Naka ve Jintsu’ydu. Ne var ki bu iki hafif kruvazör, ne kadar liderlik vazifesi üstlenseler ve Naka, tüm bu Japon kuvvetinin sancak gemisi olarak Tuğamiral Shoji Nishimura’nın komutasındaysa da, esas korkulacak üniteler, bu 4 kruvazörü takip eden 6 tane Shiratsuyu sınıfı destroyer, 2 tane Fubuki sınıfı destroyer ve 4 tane de Kagero sınıfı modern destroyer idi. Peki bu destroyerler neden bu kadar çok tehlikeliydi? Çünkü hepsi, Japonların o ünlü Tip 93 Uzun Mızrak torpidolarıyla donatılmıştı. Bu da yetmezmiş gibi, Japonlar bu destroyerlere “yeniden dolum” sistemi olarak yedek depolama ve torpido sürüm kolları donatmışlardı ve bundan ötürü Japon destroyerleri, o dönemde dünyada hiçbir ülke donanmasında olmayan bir özellik olarak düşmanlarından 2 kat daha fazla torpido taşıyordu. Bu torpidolar da, düşmanlarının kullandığı torpidolardan belki 5-6 kat daha ölümcül ve hasar vericiydi. Tüm bu durumu tamamlayacak bir gerçek olarak da, Japonlarla savaşmak için onları halihazırda pozisyon almış vaziyette bekleyen müttefik kuvvetlerinin, bunların hiçbirinden haberi yoktu…


Dev bir karınca sürüsü gibi aniden karşılarında beliren Japonları gören İngiliz destroyerleri, hemen geri çekilerek müttefik kruvazörlerine paralel yüzmeye başladı ve en nihayetinde ilk top sesi, 16:15’de Japonların 2 ağır kruvazörü, Haguro ve Nachi’den geldi. Ancak saat 16:15’de ateşlenen bu ilk mermiler, 2 kilometre kadar kısa düştü. Japonlar daha müttefikleri görür görmez, açlıktan ağzının suyu akan kurt sürüsü gibi müttefikler daha menzile girmeden ve beklemeksizin ateş açmaya başlamışlardı…


İşte bu şekilde, tarihe Java Deniz Muharebesi olarak geçecek olan deniz çarpışması da, başlamış oldu.


Müttefikler, hemen Japonların ateşine yanıt vermeye başladı. Ancak her iki taraf da isabet sağlayamıyordu. Bunun sebebi de, her 2 taraf da maksimum uzaklıktan birbirine sıktığı için, Exeter ve Houston haricindeki müttefik gemilerinin 6 inch ve daha küçük topları olması sebebiyle, bu topların atış menzilinin kısa olmasıydı. Müttefik donanmasından menzili yeten 2 ağır kruvazörden İngiliz HMS Exeter, her ne kadar yakın zamanda bir modernizasyon görmüş olsa da atış kontrol radarı hala istenen isabet oranını sağlayamıyordu. USS Houston ise bambaşka sorunlarla uğraşıyordu: yukarıda anlattığım Makassar Boğazı Muharebesi’nden beri USS Houston sürekli olarak konvoy korumuş, Darwin limanına sığınıp beklemeden kaçmak zorunda kalmış ve Surabaya’daki müttefik donanmasına katılır katılmaz kendisini bu muharebenin içinde bulmuştu. Bu koşuşturmacadan dolayı USS Houston’un mürettebatı, 48 saatten fazladır uykusuzdu. İkincisi, USS Houston’un her salvosu sadece 6 topla gerçekleşiyordu. Makassar Boğazı Muharebesi’nde ‘’C’’ taretinin içi tamamen yanmış ve taret iskele yönüne kilitlenerek devre dışı kalmasından ötürü bu taret kullanılamıyordu.


Bununla birlikte Japonların bir avantajı daha vardı. Bu avantajları, havada uçan gözetleme uçaklarının olmasıydı. Bu uçaklar telsiz aracılığı ile mermilerin düşüş mesafelerini Japon kruvazörlerine bildirerek isabet arttırmalarına etkin bir biçimde destek oluyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen USS Houston, hali hazırda çalışan 6 topuyla ateş etmeye başlar başlamaz isabet buldu. Bu önemli bir gelişmeydi. Çünkü menzil maksimumda olduğu için atılan mermiler nerdeyse gökyüzünden dikine iniyordu ki bu da hedefi küçülttüğü için, isabet ettirmenin zorluğunu, katlayarak artıran bir unsurdur. Daha da önemlisi, USS Houston sadece 6 topla ateş etmesine rağmen muazzam bir atış sıklığı yakalamıştı. Peki, bu niye önemli? Çünkü USS Houston daha ateş etmeye başlar başlamaz ‘’A’’ taretindeki ateşleme kutusu arızalanmıştı. Yani taretteki 3 top da ateşlenemez hale gelmişti. Ama o 48 saattir uykusuz ve yorgun topçu mürettebatı, artık nasıl konsantrasyon seviyesine ulaşmışlarsa, 118 kiloluk her bir top mermisi ve patlayıcı torbalarını el ele vererek top yuvasına yüklemeye ve elle ateşlemeye devam etti. Yani USS Houston’un bu muharebedeki o muazzam atış sıklığı aslında, yokluktan var ettikleri bir mucizeydi. Bunun inanılmaz olmasının sebebi ise barış zamanında böyle bir görevin bir tatbikat sırasında denenmesi ve başarısız olunmuş olmasıydı. Tam 65 salvo boyunca USS Houston’un ‘’A’’ taretindeki topçu mürettebatı mermi ve torbaları elle yükleyip ateşledi, ta ki ateşleme kutusu onarılana dek. USS Houston, dakika başına 5-6 salvoluk bir ortalamayla ateş ediyordu ki bu nerdeyse 12 saniyeye bir salvo demek ve üstelik otomatik ateşleme ve dolum bozulmuş olmasına rağmen bu olay tam 10 dakika boyunca kutu onarılana kadar devam etti. Mürettebat bir önceki muharebede yanan taretin içine girip gemiyi patlamaktan kurtarmışlardı, şimdiyse çalışmayan taretin içine girip çalıştırmışlardı.


İşte böyle bir ortamda ve ateşleme kutusu bozukken, USS Houston ilk isabetini Japon filosunun ana gemilerinden biri olan ağır kruvazör Nachi’ye sağladı. Houston’un mermisi direk olarak Nachi’nin ön taretlerinden birine isabet edip bir yangın başlattı ve dakikalar içinde Nachi’nin tüm ön güvertesi yangın ve dumanla kaplandı. Nachi aldığı isabet neticesinde güvertesinde başlayan yangını söndürmeye çalıştığı için devre dışı kaldı. Japon destroyerleri hemen Nachi’nin yardımına koşarak önüne geçip müttefik donanmasına doğru bir torpido salvosu yaptılar. Aslında bu riskli bir girişimdi. Çünkü destroyerler müttefik gemilere yaklaştıkları için o an Avustralya’nın hafif kruvazörü Perth 2 destroyere isabet sağlamıştı, Exeter de yine bir hafif kruvazörün üst güvertesine hasar verdi. Japonlar bunun üzerine geri çekilerek yeniden organize oldu ve 10 dakika içinde ikinci büyük torpido salvosunu suya bıraktılar. Sadece bu salvoda Japonlar tam 43 tane Uzun Mızrak torpidosunu, 13 kilometre mesafeden müttefiklerin üzerine göndermişti. Müttefikler bu torpidoların ne kadar etkili olduğunu o zaman daha bilmiyorlardı. Exeter, Japonlara bu sırada 1-2 atış yaptıktan sonra bütün müttefik filosu, üzerlerine doğru gelen torpidolara karşı en küçük silueti oluşturmak için iskele tarafına aynı anda, dans eder gibi dönüş yaptı. Bu dönüş yapılırken Amerikan destroyeri USS Edwards tam da o sırada dönüş yapmakta oldukları istikamette bir periskop rapor etti. 2 dakika sonra da tespit yapılan yerin yakınında bir patlama görüldü. Japonların bıraktığı o ölümcül torpidolar, suda rastgele freni patlak kamyon gibi ilerlerken yine Japonların kendi denizaltısına isabet etmişti…


Bu kargaşada Japonlar, uzak menzile rağmen isabet oranlarını arttırıyordu. Japonların attığı 2 mermi Houston’ın iskele tarafına isabet etmiş, biri patlamadan sancak tarafından çıkarken diğeri ise Houston’u delmesine rağmen infilak etmemişti. Bu sırada Japon filosunun komutanı Amiral Takeo Takagi, tüm gemilerine düşmana yaklaşma emri verdi. Japonların savaş gemileri artık isabet oranını tutturmuş ve bu isabet oranını ölümcül hale getirmeye karar vererek hücuma kalkmıştı.


Bu hücumda ilk ağır darbeyi alan, müttefik donanmasının en önündeki gemi olan İngiliz HMS Exeter oldu. Haguro’dan gelen ve kazan dairesine isabet eden 8 inch’lik bir top mermisi sebebiyle Exeter’in hızı 15 knot’a düştü ve iskele tarafına dönerek, yaklaşan Japonlar yakalayamasın diye kaçmaya başladı. En öndeki gemi dönmeye başlayınca da, filonun diğer tüm gemileri aynı manevrayı yapmaya girişince ortalık birden karıştı ve bu karışıklıkta Hollanda destroyeri Kortenaer, üzerlerine gelen torpidolardan sadece 1 tanesinin isabet etmesiyle infilak etti ve bir İsviçre çakısı gibi katlanarak, 1 dakika içinde tamamen suya gömüldü. Müttefikler birkaç dakika içerisinde üst üste gelen bu 2 olay neticesinde, inisiyatiflerini kaybettiler ve durum, bu noktadan sonra sadece daha da kötüleşecekti…


Müttefiklerin, hızla üzerlerine gelen Japonların baskısından kurtulmaları gerekiyordu ve en nihayetinde Amiral Doorman, tüm gemilerine kendi sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter’i takip etmelerini işaret etti. Ancak bu emre Exeter uyacak durumda değildi.


Çünkü Exeter çok yavaşlamıştı ve çarpışmaya devam etmesi durumunda en fazla Japonlara bir atış talim hedefi olacaktı. Dolayısıyla Exeter güneye doğru olanca hızıyla kaçmaya başladı. İngiliz destroyerleri destek olmak üzere Exeter’in arkasında duman perdesi oluşturmaya başladılar ve aynı anda Avustralyalı hafif kruvazör Perth de, Exeter’i koruyabilmek için çok cesurca bir hamle yaparak Japonların önüne atıldı ve o da ayrı bir duman perdesi oluşturdu. Bir anda göz gözü görmez olmuştu…


Exeter kaçıyordu, ama yavaş kaçıyordu. Onu koruyan tek şey yanı başındaki 3 İngiliz destroyeriydi ancak Amiral Doorman, saat tam 17:30’da saldırı emri verince üç İngiliz destroyeri de dönerek sisin içine doğru hücuma kalktılar. Tam da o sırada HMS Electra’nın direk olarak burnunun ucunda, sisin içinden 3 Japon destroyeri beliriverdi. Bu 3 Japon destroyerinin ana topları ve makinalı tüfekleri Electra’ya ateş edecek kadar yakındılar. Dolayısıyla bu kadar yakın mesafeden Japonlar acımasızca ateş etmeye başladı. Her ne kadar Electra bir tanesine 4 isabet sağlasa da diğer iki japon destroyeri Electra’yı delik deşik ettiler. O sırada bir diğer İngiliz destroyeri HMS Jupiter, Electra’nın yardımına koştu. Ancak yetiştiği sırada Electra tamamen batmıştı. Jupiter’in mürettebatı bu manzara karşısında muhtemelen çok öfkeliydi ve intikam ateşiyle yanıyordu ki, ikiye bir olmalarına rağmen 2 Japon destroyerine de ateş ederek tek başlarına hücuma kalktılar. Bu saldırı üzerine Japon destroyerleri kuzeye doğru geri çekilerek duman perdesinin içinde kayboldu.


Bu kargaşanın ardından Exeter, güneye doğru kaçmaya devam etti ve müttefikler tekrardan toparlanarak yeniden bir saldırıya geçti. Bu sefer de Japonlara daha isabetli atışlar yaparak hafif kruvazörlerden birinde bir yangın başlattılar. Gözlem yapan Amerikan uçaklarından biri o sırada 1 kruvazörün yangınını kontrol altına aldığını, ancak 3 Japon destroyerinin hala yanmakta olduğunu rapor etti.


Çarpışmanın gidişatı artık müttefiklerin lehine dönmeye başlamıştı. Ancak o an hiç de beklenmeyen bir şey oldu. Amiral Doorman, Saat 18:00’da sancak gemisi De Ruyter’den önce “Karşı saldırıya geçin.” emri gönderdi. Bu emirden 1 dakika sonra ise “Karşı saldırıyı iptal edin.” mesajını gönderdi. Bu emrin hemen ardından da “Duman perdesi yaratın.” Mesajı ve onun da ardından “Geri çekilmemi destekleyin” emrini gönderdi.


Bu olayın yarattığı karışıklık o kadar büyüktür ki, bunu ayrı bir paragrafta anlatmak gerekir. Neden mi? Müttefik donanmasına şöyle bir bakalım hangi birimlerden oluşuyor?


1- Amerikan Donanması gemileri

2- Hollanda Kraliyet Donanması gemileri

3- İngiliz Kraliyet Donanması gemileri

4- Avustralya Donanması gemileri


Olayı sıkıntılı hale getiren ise şu: Amerikalılar da, İngilizler ve Avustralyalılar da, Hollandalılar da kendilerine has mesaj kodlarına sahiptiler. Hepsinin mesajlaşma kodları kendi dillerinde, kendi kültürlerinde tasarlanmıştı. Hepsi İngilizce konuşabiliyordu ama donanma iletişimi söz konusu olunca, hepsi ayrı bir dilden konuşuyor ve anlıyordu. Durum böyle olunca da, Amiral Doorman’ın iletişim için kullandığı kimi mesajları hepsi ayrı bir biçimde okuyordu veya yanlış okuyordu yada hiç okuyamıyordu. Yani anlayacağınız, o anki müttefik filosu, muhabere, yani iletişim anlamında kocaman bir çorbaydı.


İşte bu karışıklıkta herkesin aklı karışmışken, Amerikan destroyer filosunun komutanı Thomas Binford, bir torpido saldırısı emri vererek hücuma kalktı ve 3 Amerikan destroyeri önce sancak torpidolarını fırlattı, sonra da güneye dönerek iskele tarafındaki torpido tüplerini de boşalttı. Bilmeyenler için, 2. Dünya savaşı öncesi inşa edilen “klasik” Amerikan destroyerlerinde torpido tüpleri gövdenin ortasında her 2 yöne doğru dönecek şekilde kurulmamışlardı ve iskele ile sancak tarafında birbirinden bağımsız torpido tüpleri vardı. Her birini boşaltabilmek için teknenin o yüzünü düşmana çevirmek gerekiyordu.


Konumuza dönecek olursak, Amerikan destroyerlerinin yaptığı bu ani torpido saldırısı karşısında Japon savaş gemileri mecburen topyekûn kuzeye sert bir dönüş yaptı. Ancak bir tane destroyer isabet alıp bir patlama yaşadı. Bu arada 2 kuvvet arasında çok açılan mesafeye karanlığın da çökmesi eklenince, görüş mesafesi düşmeye başladı.


Müttefikler, kaçmaya başladığını düşündükleri Japonları zifiri karanlıkta aramak için kuzeye doğru yönelip hızlandı. Fakat 19:30 sıralarında tam tepelerinde 8 tane aydınlatma fişeği patlayarak ortalığı yeşil bir gündüz aydınlığına çevirdi. Tam da o anda, müttefiklerin iskele tarafında önce birkaç ufak ışık parıltısı görüldü ve ardından da top sesleri geldi. Japonlar kaçmamış, aksine batıya yönelip müttefiklerin arkasına dolanmaya kalkışmışlardı. Tam bu sırada Amiral Doorman’dan “Düşman İskele Tarafında!” uyarısı geldi ve müttefikler tekrardan güneye döndü. Fakat tüm torpidolarını harcamış olan Amerikan destroyerleri, bu çarpışmaya önceden hazırlanmadan apar topar katıldığı için, yakıt ikmali yapamamışlar ve artık çok az yakıtları kalmıştı. Mecburen Amerikan destroyerleri muharebeden çekilerek Exeter’in de kaçmış olduğu Surabaya Limanı’na yönelerek çarpışmadan ayrıldı. Destroyerlerin başındaki Komutan Binford, Amiral Doorman’a yakıt dolumu yapar yapmaz kendisinden gelecek emirler doğrultusunda hareket edeceklerini iletti. Ama limana vardıktan sonra bir daha Amiral Doorman’dan herhangi bir radyo mesajı alamayacaklardı…


Japon uçaklarının zifiri karanlıkta aydınlatmaya devam ettiği müttefik filosu, Japonlar için kolay bir hedef haline gelmişti. Filo tek bir kolon halinde ilerlerken, birkaç saat önce 2 Japon destroyerini tek başına kovalamış olan İngiliz destroyeri HMS Jupiter, 21:30 sıralarında aniden gövdesinin ortasında meydana gelen bir patlamayla sarsılarak tüm gücünü tek seferde kaybetti. Japonlar, meğer ilk aydınlatma fişekleriyle birlikte aynı zamanda bir torpido salvosu da göndermişlerdi…


Filoda kalan son destroyer olan bir diğer İngiliz destroyeri HMS Encounter, Jupiter’in yanına gelerek 153 kişilik mürettebattan 113 tanesini kurtardı ve güvertesi yaralı asker dolu ve fazla ağırlıkla savaşamayacağı için, o da muharebeden çekilerek denizcileri kıyıya çıkarmak üzere Surabaya limanı’na yöneldi. Müttefik filosu, sadece 3 saat içinde, adeta “gözleri” olan tüm destroyerlerinden yoksun kalmıştı ve filodan geriye sadece 4 kruvazör kalmıştı. Filonun en önünde hafif kruvazör De Ruyter, arkasında Perth, sonra Houston ve en arkada da Java bulunuyordu. Japonlar, savaşın başından itibaren sağdan soldan sadece torpido fırlatarak ilk başta kocaman olan bu gücü adeta kemirerek, yavaş yavaş inceltmişler ve en nihayetinde sadece 4 gemiye indirgemişlerdi. Ama Japonların daha işi bitmemişti…


USS Houston, saatler 23:00’ı gösterirken hala devam etmekte olan çarpışmada müttefik filosunun ana ateş gücü olmuştu. Diğer kruvazörlerin top kalibreleri düşük olduğu için menzilleri kısayken, Houston, uzun menzili ve isabetli top atışları sayesinde Japonları yaklaştırmaktan caydıran bir unsurdu. Ancak muharebe artık 7 saate yaklaşmıştı ve müttefik filosunda adeta yıkılmayan bir çınar gibi koruyucu bir gölge sağlayan USS Houston’un mühimmatı kritik seviyeye kadar azalmıştı. Bundan ötürü de Amiral Doorman, Houston’a “Düşman sadece garanti isabet sağlanacak mesafeye yaklaşırsa” ateş etmelerini emretmişti.


Houston ateş etmeyi kesince de, Japonlar daha da yaklaşmaya başladılar ve isabetleri daha tehlikeli ve ölümcül bir seviyeye ulaştı.


Karel Doorman, üstü olan Amiral Conrad Helfrich’e çatışma boyunca radyo ile bilgi vermiş ve çekilme talebinde bulunmuş; ancak Helfrich tüm bu gelişmelere rağmen ısrarla Japon filosu yok edilene kadar savaşılması emrini yineledi. Yine bu sırada müttefikler, sürekli geldiğini varsaydıkları Japon torpidolarından savunmak için sürekli manevra yapıyor ve en son olarak yine bir dönüş yaparak kuzeye yöneliyordu. Tam da bu sırada en arkadaki kruvazör olan Java’nın gövdesinin tam ortasında bir patlama yaşandı. Bu, Nachi’den gelen bir torpidoydu. Zaten incecik bir zırhı olan Java’nın arka cephaneliği infilak ederek geminin arka tarafını tamamen havaya uçurmuştu. Java, sadece 15 dakika içinde tamamen gözden kayboldu.


Bu torpido salvosu üzerine kuzeye yönelmiş olan müttefikler, tam iskeleye bir dönüş yaparak yeniden güneye dönmek üzere manevraya başladılar. Ancak tam da bu manevra sırasında filonun en önündeki De Ruyter’in gözcüleri, daha gemi henüz toplarını iskeleye çevirmekteyken suya tuttukları projektörlerde aniden beliren beyaz bir izle irkildiler. Bu torpidoydu ve bu torpido Nachi’den değil, uyanıklık yapıp Nachi’den yaklaşık 1,5 dakika sonra atış yapmış olan Haguro’nun torpidolarındandı. Gelen bu torpido De Ruyter’in sancak kıç tarafında patladı ve gemiyi yamultarak önce şiddetle havaya kaldırdı; suya indiği anda da elektrik aksamının devre dışı kalmasına vesile oldu. Bu isabetle müttefik filosunun ve Amiral Doorman’ın sancak gemisi olan hafif kruvazör De Ruyter, batmaya başlamıştı…


İlginçtir ki Amiral Doorman, daha bir kaç saat önce muharebe sıcağı sıcağına devam ederken “Batmakta olan gemilerden asker kurtarmaya çalışmayın.” diye bir emir vermişti. Amacının, gemilerin savaşmaya odaklanması olduğu açıktı. Ancak kaderin bir cilvesi olarak, şu an tamamen karanlık içinde suya gömülmekte olan kendisiydi…


USS Houston’ın kaptanı Rooks, De Ruyter ile aynı anda dönüş yaparken, kendisinin tarzı olduğu bilinen bir şekilde dönüşü gereğinden sert yapmıştı ve bu sayede Haguro’nun bir başka torpidosunun sadece 3 metre yakınından geçmesini sağlamıştı. İşte bu sırada De Ruyter’in isabet aldığını gören kaptan Rooks kurtarma yapmak için onlara yönelmeye karar verdi. Ancak tam da o anda, herkesi şaşırtan bir fener mesajının kendilerine doğru tutulduğunu gördü. Karanlık içindeki De Ruyter’den fenerle Houston’a iletilen mesajda aynen şu söyleniyordu:


Kurtarma yapmak için beklemeyin. Batavıa limanına kaçın.”


Amiral Doorman, hiç deniz savaşı deneyimi olmamasına rağmen, günümüzde Dünya tarihine “Dünyanın 2. En büyük deniz muharebesi” olarak geçecek olan Java Deniz Muharebesi’ni kabiliyeti ve emrindeki kuvvetler el verdiğince yürekten ve başarı ile yönetmeye çalışmıştı. Ancak hem durumun aciliyetinin gerektirdiği karmaşa, hem üstü olan Helfrich’in bencilliği, hem de kendisinden çok daha büyük ve teknolojik olarak üstün olan Japon İmparatorluk Donanması karşısında başarısız olmasına rağmen, tam 7 saat direnebilmişti. Tüm bunların üstüne de bencillik yapmayarak kurtarılmak yerine, hayatta kalanların yaşamaya devam edebilmesi için, onlara kaçmaları emrini vermişti. Amiral Doorman, son yıllarda ortaya çıkan bir görgü tanığının ifadesine göre kurtarabileceği kadar denizcisini geminin suya indirilebilmiş tek can kayığına yükledikten sonra sakince kaptan kamarasına çekildi ve denizcilik gereği olarak, muhtemelen kendini başından vurarak batan gemisiyle sulara gömüldü. Sonuç olarak sancak gemisi De Ruyter, 02:30’da ters dönerek battı.


Bu şekilde de, Jutland Deniz Muharebesi’nden sonra tarihin gördüğü en büyük ikinci deniz çarpışması olan Java Deniz Muharebesi, sona erdi. Bu öyle bir muharebeydi ki, Java adası ve çevre adalarda yaşayan yerel halk, gece 12’ye kadar karanlıkta durmadan inleyen top seslerini yaklaşmakta olan bir kasırganın gök gürültüleri sanmışlardı...


Koskoca müttefik filosundan geriye kalan son 2 gemi olan USS Houston ve Perth, bu emir üzerine peşlerindeki Japonlardan karanlık içinde kaybolarak apar topar kaçtılar ve 27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gece yarısı saat 12’de Batavia limanına vardılar.


USS Houston limana vardığında mürettebatı inanılmaz yorgundu. Çünkü 2 gündür uyumamışlardı. Bu 2 günlük süreçte durmadan hareket halindeydiler ve 2 gün boyunca sürekli ellerinde her ne mühimmat çeşidinden varsa, durmadan ateş etmişlerdi. Kısaca 48 saatten fazladır savaşıyorlardı. Mühimmatları çok azalmıştı ve kritik seviyedeydi. Muharebe alanında 10 dakika daha kalsalar, ellerinde atacak bir tek mermi dahi kalmamış olacaktı…


Tüm muharebe boyunca USS Houston çalışan her 2 taretinden de 100’den fazla atış yapmıştı ve çarpışma boyunca 8 inch’lik top mermilerinden tam 597 tane ateşlemişti. Gemi, sürekli ve sonu gelmeyen top atışlarından o kadar sarsılmıştı ki birçok kompartımanda ve taretlerde vida ve perçinler yerlerinden fırlamış, gemi içinde bardaktan gözlüğe kadar sağlam 1 tane cam bile kalmamıştı. Taretlerin içi sıcaklıktan resmen kavruluyordu. Sürekli devam eden top atışları esnasında taret içi sıcaklıklar 140 dereceyi görmüştü!!! Bu taretlerin içindeki mürettebat, hem ateşleme kutusu bozulduğunda mermi kaldırıp taşımış, hem de o 140 derece sıcaklıkta sürekli ateş etmekten kaynaklanan duman içinde soluyamamaktan devamlı kusmuş, taretin içine işemiş ve kurudukça yağlanan toplar sebebiyle zeminde biriken yaklaşık 8 cm kalınlığındaki makina yağının içinde, her şeye rağmen çarpışmaya devam etmişti. Normal bir deniz çarpışması yarım saatten fazla sürmezken, USS Houston’un topçuları muharebenin ilk 4 saati boyunca durmadan atış yapmıştı.


Daha da önemlisi, USS Houston’un da dahil olduğu Northampton sınıfı kruvazörlerin 8 inch’lik mark 11 toplarının her birinin toplam atış ömrü 300 idi. Sadece bu çarpışmada her bir topu 100’den fazla atış yapan USS Houston’un, bundan önce ömrü boyunca yapmış olduğu tatbikat atışları da hesaba katıldığında, topları, kullanım sürelerinin sonuna gelmişti…


Tüm bu olumsuzluklara rağmen USS Houston’un mürettebatı, insanüstü bir direniş ve enerji göstermeye devam ediyordu. Tüm uykusuzluklarına, yorgunluklarına, açlıklarına rağmen o gece limana geldikleri gibi beklememişler ve çalışmayan ‘’C’’ taretinin altındaki arka cephaneliğe inerek, oradaki tüm 8 inch mermileri elden ele hep beraber sabah saat 5:30’a kadar taşıyarak, ön cephaneliğe aktardılar. Houston mürettebatının tüm yaşananlara rağmen gösterdikleri bu tutum, beni hayranlık içinde bıraktığı yadsınamaz bir gerçek. Bu yüzden bence “Bizim Çanakkale’de Seyit Onbaşımız varsa, Amerikalıların da USS Houston’u vardır.” demek yanlış olmaz.


USS Houston ve Perth, Batavia limanındaki o sabah can havliyle gemilerine temin edebilecekleri ne kadar ihtiyaç varsa bulmak için, aç kurtlar gibi bekleyen mürettebatlarını karaya çıkardılar. Ancak çok ilginç bir şekilde, Batavia kentinin tüccar kesimi olan Hollandalılar Hollandalı olmayan hiç bir askere bir şey vermeye yanaşmayınca, denizciler 2 marketi basıp alkol ve sigaraya dair ne varsa silip süpürdüler. Aynı sıkıntıyı gemilerin komutanları da yaşadı. USS Houston’un kaptanı Rooks ve Perth’in kaptanı Waller, Hollandalı yetkililerden yakıt talep ettiler. Çünkü Yakıtları bitmek üzereydi. Ancak Hollandalılar, müttefik gücünün başkomutanı olan Amiral Helfrich’in emirleri doğrultusunda sadece Hollanda gemilerine yakıt verebileceklerini ileterek geri çevirdiler. Perth’in kaptanı Waller, verilen ret cevapları üzerine patladı ve “Bütün Hollanda savaş gemileri denizin dibinde…” diyerek ret cevabı verenlerin suratlarına kükredi. Birkaç bürokratik telefondan sonra Perth’e 300 galon yakıt verdiler. Houston’a ise sadece birkaç varil verildi.


Houston ve Perth, gün içinde 16:30 sıralarında limanı terk edebilmek için, Hollandalılardan önlerinde gözetleme yapacak bir uçak talep ettiler. Hollandalılar bu isteği de reddetti. Kaptan Rooks bu sefer geriye sağ kalabilmiş tek Hollanda destroyeri olan Evertsen’in kendilerine eşlik etmesini talep etti. Yeni plana göre 18:30’da yola çıkacaklardı. ama bu sefer de Evertsen’in kaptanının “Bana böyle bir emir gelmedi.” deyip geminin kazanlarını bile ateşlememiş olduğu ortaya çıktı. Hollandalılar, akıl sır erdirilemez bir şekilde zorluklar çıkartıyorlardı. Bunun arkasında muhtemelen, Conrad Helfrich’in hala savaşmalarını istemesi vardı. Çünkü kendisi, her şeye rağmen “son gemiye kadar savaşmak” istiyordu.

Durum böyle olunca da, USS Houston ve HMAS Perth, kendi başlarına 19:30’da limandan Perth’in gözetleme yapmak için önden ilerlemesiyle ayrıldılar. Koskoca bir donanmadan kalan 2 gemi, sanki kaderlerine terk edilmişti ve birbirlerinden başka kimseleri kalmamıştı ve en önemlisi bu gemiler o donanmadaki en kahraman gemilerdi…

Houston’un o sırada güvertede bulunan subaylarından Arthur Maher, geminin içindeki atmosferi yıllar sonraki raporlarında şöyle özetlemiştir:

‘’Mürettebatta muhteşem bir onur ve gurur vardı. Çok yorgundular ama kendileriyle gurur duyuyorlardı. Son 2 ayı tamamen savaş ortamı ve psikolojisinde geçirmişler; ama yılmamışlar, haykırarak ve cesurca savaşmaya devam etmişlerdi. Yemek ve gıda düzensiz dağıtılıyordu ama moraller iyiydi. Geminin en çok yıpranmış olan kısmı makina daireleri ve makinacılardı. Aşırı sıcak ve kirli ortamlardan dolayı birçoğu hastalanmıştı.’’

Houston ve Perth, işte bu atmosferde Java adasının kuzeyindeki Sunda Boğazı’ndan geçerek kaçmak üzere yola çıkmışlardı. Önden ilerleyen Perth, 23:30 sıralarında Sunda Boğazı’na giriş yaptığında hiç beklenmedik bir şey oldu. Karanlık içinde bir takım gemi siluetleri vardı. Perth’in kaptanı Hector Waller bu gemiler karanlıkta tanımlanamadığı için, fenerler aracılığı ile onlarla iletişime geçti. Karşıdaki gemilerden de gelen bir fener mesajından sonra, bir sessizlik oldu ve o sessizlik Perth’in 6 inch’lik 8 topunun salvosunun yarattığı patlama sesiyle bir anda bozuldu. Aslında, karşıdan gelen fener mesajının ne olduğu belli değildi ki bu sadece tek bir anlama gelebilirdi. O mesaj, Japonca idi.


Karşıdakiler, o an orda olduklarına dair herhangi bir rapor gelmemiş olan ve Java adasının kuzeyine çıkarma yapan ana Japon kuvvetleriydi ve Perth’i saptayan ilk gemi de, Japon destroyeri olan Fubuki’ydi. Perth’in tam karşısında buna ek olarak tam 3 tane daha Fubuki sınıfı destroyer daha vardı.


Perth ateş etmeye başlar başlamaz yönünü değiştirerek kaçmak için kuzeye yöneldi ve Houston da arkasından takip etti. Ancak kuzeye döndüklerinde karşılarında çok daha büyük bir güçle karşılaştılar. Bu iki geminin karşısına ağır kruvazör Mogami ve kardeşi olup birkaç ay sonra Midway Deniz Savaşı’nda batacak olan Mikuma çıkmıştı. Bu iki kardeş gemi, 8 inch’lik 10 tane topa sahip nerdeyse küçük birer zırhlı sayılabilecek modern kruvazörlerdi. Perth bu sefer bunlardan da uzaklaşmak için doğuya dönerek kaçmaya çalıştı. Ancak kısa sürede her taraftan gelen top ateşleri altında, isabet almaya başlamıştı. Üstüne üstlük Perth’in her topunda sadece 20 atış yapmaya yetecek mühimmatı kalmıştı. Perth bir taraftan batıdaki Japon destroyerleri torpido atışları, diğer yandan da kuzeyden kruvazörler 8 inch’lik top mermisi yağmuruna tutuluyordu. Bu çok ağır ateş altında Perth çok fazla dayanamadı ve 1 Mart 1942 gecesi saat 12:45’de, Kamikaze sınıfı destroyer Harukaze’den gelen 4 torpidonun isabet etmesiyle son darbeyi alarak sulara gömüldü. Bu arada o ana kadar Perth ve Houston, tam 9 torpidodan sıyrılmayı başarmışlardı.



Perth’in batmasıyla birlikte bütün Japon kuvvetleri o an, bütün torpido ve toplarını geriye kalan tek gemi olan USS Houston’a yönelttiler. USS Houston adına da ilginç bir durum oluştu, etraftaki bütün gemiler, kıyıya yakın çıkarma gemileri dahil, hepsi Japon’du. Yani kime ateş etseler, vurdukları Japon olacaktı. O saniye, USS Houston’un güvertesinde uçaksavar, makinalı, top tüfek ne kadar silah varsa görülebilen en yakın Japon gemilerine 1 kilometre kadar yaklaşarak sıkmaya başladı. O andan sonra yenilecekleri belliydi. Ama savaşarak ve verebildikleri kadar hasarı vererek gideceklerdi. Raporlara göre bu esnada Houston mürettebatı bir tane mayın temizleme gemisini batırdı, 1 çıkarma gemisini suya oturttu ve başka 3 tane çıkarma gemisini de batmamak için karaya oturmaya zorladı. Houston’un sonu ne olursa olsun görkemli bir son olacaktı. Kısa süre içinde ‘’B’’ taretine aldığı bir mermi isabeti yangın başlatınca, Kaptan Rooks köprünün boşaltılması emrini verdi ve güvertedeki muhabere odasına geçerek çarpışmayı oradan yönetmeye devam etti.


Bu ağır top ateşi sıcağı sıcağına devam ederken Perth’in batmasından sadece 10 dakika sonra, gece 12:30 sıralarında USS Houston sancak tarafına ardı ardına 3 tane torpido isabeti aldı. Bu isabetlere rağmen gemi 20 knot hızla ilerlemeye devam ediyordu. Kaptan Rooks geminin yan yatmaya başlaması üzerine “Gemiyi terk edin.” emrini verdi. Ancak o an tam da bulunduğu muhabere odasına isabet eden bir mermiyle hayatını kaybetti. İkinci Kaptan David Roberts, Kaptan Rooks’un son emrini hiç beklemeden tüm mürettebata iletti ve USS Houston, ateş altındayken boşaltılmaya başladı.


Japonlar peki bu sırada ne yaptı? USS Houston’un dibine kadar gelen yaklaşık 5 tane Japon destroyeri, tüm güverteyi makinalı tüfek mermisi yağmuruna tutarak mürettebattan öldürebildiği kadarını öldürmeye çalıştı. Tüm bu düşman ateşi altında ve mürettebatı suya serpilmiş olan USS Houston, 1 Mart 1942 gecesi saat 12.45’te sancak tarafına doğru yan yatarak ters döndü ve gözden kayboldu. Her ne kadar 1 saat sürmüş olsa da, Perth ve USS Houston’un Japonlara bu kısa sürede gösterdiği direnç ve verdiği hasar, bu karşılaşmanın tarihe “Sunda Boğazı Muharebesi” olarak geçmesine sebebiyet vermiştir. Yani bu, başlı başına bir deniz muharebesi olarak kabul edilmektedir.


Tam bu noktada saygı duyduğum ufak bir detay var. Onu da anlatmadan geçmek istemiyorum. Her savaş gemisinde olduğu gibi, USS houston’un mürettebatında da, cenaze gibi işlemleri yürütebilmek için askeri bir din adamı bulunuyordu. Bu adam, papaz George Rentz idi. Kendisi çarpışmalar sırasında bile bir elinde buz dolu bir teneke kova ve diğer elinde de şeker kutusuyla gezip askerlere moral vermeye çalışırdı. Hatta en olmadık zamanlarda ihtiyacı olan denizcilerin karşısına, yasak bile olsa elinde bira şişeleriyle çıkması sebebiyle baba gibi sevilen bir figürdü.


Houston battığı sırada George Rentz, Houston’un deniz uçağının kopan kanadından su üstünde kalan bir parçaya tutunmuştu ve o parçaya tutunmuş birçok asker vardı. Ancak Rentz, etrafta hiç bir şeye tutunamayan ve yaralı askerleri gördükçe tekrar tekrar onlara doğru yüzüp onları kapıp getirmiş ve su üstündeki bu kanat parçasına tutunmalarını sağlamıştı. Her seferinde askerler bir dahakinde onun uzaklaşmasını istememiş ve geri çekmişlerdi. Ancak o kurtarabildiği kadar hayat kurtarma derdindeydi. En son getirdiği yaralı asker de o kanat parçasında tutunabilecek son yere tutununca, George Rentz üstündeki can yeleğini çıkarıp ona vermiş ve şunu demişti:


Siz daha gençsiniz ve önünüzde kocaman bir hayat var. Ben ise hayatımın yaşanmaya değer kısmını çoktan geride bıraktım. Kalbim artık beni taşıyamıyor.


Bunları dedikten sonra da kendini kanattan iterek karanlık suyun içinde kayboldu. George Rentz, o an 59 yaşındaydı ve USS Houston mürettebatının en yaşlı denizcisiydi.


USS Houston’un 1011 kişilik mürettebatından geriye, savaş sonunda sadece 284 kişi kalmıştı ve ölenlerden 76 tanesi de Japon savaş tutsağı kamplarında açlık ve işkence gibi sebeplerden hayatını kaybetmişti. Japon kamplarında hayatta kalanlar, savaş sonunda verdikleri raporlarda Japonlar tarafından sorguya çekildiklerini ve gerçeği anlattıklarında Japonların inanmayıp kendilerini dövdüklerini anlattılar. Çünkü Japonlar USS Houston ve Perth ile olan çarpışmada muhtemelen toplamda 5 kadar gemi kaybetmişlerdi ve bu kadar ciddi bir hasarın sadece 2 gemi tarafından yapılmış olduğuna inanmıyorlardı. Sadece 15 günlük bir süreç içerisinde 3 muharebe görüp ikisinde yenilmesine rağmen USS Houston’un gösterdiği muazzam direnç, ancak batmasından 10 ay sonra, Aralık 1942’de öğrenilebildi.


Başka bir çerçeveden bakmak gerekirse, USS Houston’a “Dünyanın en kahraman savaş gemisi” denmesi bundan dolayı bana göre yanlış sayılmaz. Çünkü bu hikayede anlattığımdan anladığınız üzere Her şey, karşıydı. Amerikan Asya Filosu teknolojik olarak antika gemilerden oluşuyordu, Houston hariç gemilerin hiçbirinde 40mm uçaksavar yoktu ve en önemlisi radar yoktu. Hepsi ayrı haberleşme diline sahipti ve sayıları Japonlara nazaran azdı.


2. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikalılar Japon arşivlerine girdiklerinde, Japon savaş raporlarının birçoğunun tutarsız bilgi verdiği ortaya çıktı. Bu, şu anlama geliyor: USS Houston mürettebatı Java Denizi Muharebesi’nde en az 2 destroyer ve 1 kruvazör batırdıklarını ısrarla belirtmişlerdi. Ancak Japon arşivlerinde böyle bir bilgi yoktu. Bu, muhtemelen Japonların ast-üst ilişkisinde korkularından ve sorumluluk almak istemediklerinden rapor etmeyip, başkasına yıktıkları ve sakladıkları gerçekler olduğu anlamına geliyordu.


Amerikan tarafında ise bir gerçek hakimdi: Thomas Hart, 15 Şubat’ta görevden ayrıldığında her ne kadar eski gemilerden de oluşsa sapasağlam bir filo bırakmıştı. Thomas Hart’ın zorla görevden ayrılmasından sadece 15 gün sonra, Güneydoğu Asya’daki müttefik filosundan tek bir gemi bile kalmadı. Kaçabilmiş olan İngiliz ağır kruvazörü HMS Exeter bile kaçış yolunda, ertesi gün olan 1 Mart’ta Myoko sınıfı 4 ağır kruvazör tarafından kuşatılarak, yanındaki kaçabilmiş olan diğer 2 destroyerle top ateşi altında batırıldı.


Peki USS Houston efsanesi burda sona erdi mi? Hayır…


USS Houston’un batmasından 2 ay sonra, Mayıs 1942’de, Texas eyaletinin Houston şehrinde tam 1659 kişi, Amerikan Donanması’nda yer alıp USS Houston’un intikamını almak üzere bir topluluk meydana getirip örgütlendiler ve bunlara “Houston Gönüllüleri” denildi. Houston Gönüllüleri, USS Houston’un orjinal 1011 kişilik mürettebatını devam ettirme amacı ile kurulmuştu ve Amerikan Donanması’nın aralarından seçtiği 1000 kişi, Houston’un batmasından sadece 3 ay sonra, 30 Mayıs 1942’de, yaklaşık 200.000 Houston vatandaşının izlediği bir askeri seremonide, yüzlerce subay eşliğinde görkemle yemin etti. Bütün Houston şehri, çok sevdiği kruvazörünün intikamını almaya ant içmişti.


Houston şehri, çok sevdikleri gemilerinin batmasından sonra bir de bağış kampanyası başlattı ve yeni bir Houston için para topladı. Toplanan para kısa sürede 85 milyon dolar’ı geçmişti ki, bu para sadece yeni bir kruvazör değil, onun yanında yeni bir destek uçak gemisi inşa etmeye bile yetti.


Amerikan Donanması tüm bunların üzerine, o sırada inşa halindeki Cleveland sınıfı hafif kruvazör USS Vicksburg’un adını, 12 Ekim 1942’de bizzat Amerikan başkanı Franklin Roosevelt’in katıldığı bir törenle USS Houston olarak değiştirdi. Başkan Roosevelt, o törende şu cümleleri kurdu:


‘’Düşmanlarımız, bize gerekirse ikinci bir Houston’ı, ve gerekirse bir başka Houston’u, ve hala gerekirse bir başka Houston’ı daha yaratabileceğimizi hep beraber tüm dünyaya gösterme imkanı verdi.’’


Tam 1.5 yıl süren eğitimin ardından o 1000 kişilik Houston Gönüllüsü, 1943 yılının Aralık ayında Amerikan Donanması’nda çeşitli gemilerde görevlere atandı ve bunlardan bir şanslı kişi de, bizzat ikinci USS Houston’da görev alacaktı.


İkinci USS Houston, Filipinler çıkarmasında ve Leyte Deniz Savaşı’nda yer aldı ve hatta birkaç kamikaze ve torpido bombardıman uçağı düşürdü. Kendisini hedef alan onlarca torpido saldırı uçağı tarafından 2 tane torpido yiyip ağır hasar almasına rağmen inatla batmadı ve savaşı sağlam bir vaziyette bitirdi. İkinci Houston 1947’de yedeğe çekildi ve 1959’da da sökülmek üzere donanma demirbaşından silindi.


(Burada hemen ufak bir detay vereyim, o toplanan parayla inşa edilen destek uçak gemisi de, ilerde Amerikan Başkanı olup Saddam Hüseyin’e karşı 1991 yılında Körfez Savaşı’na girecek olan George Bush’un torpido uçağı pilotu görev aldığı uçak gemisi USS San Jacinto’ydu.)


USS Houston mürettebatından 2 kişi, daha sonra şeref nişanıyla ödüllendirildi ve hatta isimleri de daha sonra inşa edilecek 2 savaş gemisine verildi:


Onur Madalyası verilen Kaptan Albert Rooks’ın ismi, göstermiş olduğu kabiliyet sebebiyle 6 Haziran 1944’te suya indirilen Fletcher sınıfı destroyer USS Rooks’a verildi. Amerikan Donanmasının Onur Madalyasından sonra en yüksek ikinci madalyası olan “Donanma Haçı” ile ödüllendirilen Papaz George Rentz’in ismi ise, olaydan 42 yıl sonra, yani 1984 yılında göreve başlayacak olan Oliver Hazard-Perry sınıfı güdümlü füze fırkateyni USS Rentz’e verildi.


Bu filoyu, görevden zorla istifa ettirilene kadar can havliyle ayakta ve hayatta tutmaya çalışan Amiral Thomas Hart’a gelirsek…


Kendisinin aslında ne kadar büyük bir faciayı önlemeye çalışmış olduğu, ancak son 30 yıldaki araştırmalar neticesinde ortaya çıktı. Thomas Hart, görevden “zorlaayrıldığı 15 Şubat 1942’de önce Pearl Harbor’a dönüp 1944’e kadar detaylı bir görev raporu hazırladı, sonra da doğduğu eyalet olan Connecticut’a dönüp bizim deyişimizle “Çiftlik Hayatı”nda huzur aradı. O sırada Connecticut eyaleti senatörü ölünce, kendisi çok tanınan bir diplomat olduğu için, kendisine yapılan geçici senatörlük teklifini kabul etti ve 1 yıl kadar Amerikan Senatosunda Connecticut senatörü olarak görev yaptı. 1946 sonundaki seçimlere, kazanacağı kesin olarak görülmesine rağmen aday olmadı ve kendi hayatında huzura çekilerek 1971 yılında öldü.


Kaynaklar:



· James Hornfischer “Hayaletlerin Gemisi



· Otto Schwarz “USS Houston’un Son Direnişi



· WG Winslow “Tanrıların Unuttuğu Filo” ve “Sunda Boğazı’nda Ölen Hayalet''


Wikipedia (USS Thomas C. Hart (FF-1092))
 
Son düzenleme:
Thomas Hart’in ismi ölümünden 1 yıl sonra 12 Ağustos 1972 yılında göreve başlayan Knox sınıfı fırkateyn USS Thomas C. Hart (FF-1092) verildi. Gemi Amerikan Donanmasında Akdeniz ve Güney Amerika'da görevlerde bulundu. 1978 yılında Türkiye'ye ziyarette bulunan 6. Filo gemilerinin arasında USS Thomas C. Hart'da bulunmaktaydı ve geminin bu ziyareti son olmayacaktı. Çünkü gemi Amerikan Donanma envanterinden çıkartıldı ve 30 Ağustos 1993 tarihinde Türkiye'ye hibe edilerek, Türk Donanmasına TCG Zafer (F253) olarak isimlendirilerek katıldı. TCG Zafer Türk Donanmasında 2010'lu yılların başına kadar çeşitli filolarda görev aldıktan sonra 2014 yılında envanterden düşürüldü. Gemi 16-27 Mayıs 2016 tarihleri arasından Türk Deniz Kuvvetleri tarafından düzenlenen ''Beyaz Fırtına-2016'' tatbikatında ''hedef talim gemisi'' olarak kullanılarak Ege Denizinin sularına gömüldü. Bahse konu batırma anı ile ilgili video'ya aşağıdan ulaşabilirsiniz.

 
Hangi ulkeden oldugunun onemi yok ama boyle alansal dehalari ( savas,siyaset, bilim, sanat, din farketmez) gormezden gelme veya ciddiye almama hep var...
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık