Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

12 Eylül 1980 Bir Darbenin Anatomisi (VOL.2)

1980 yılı Türkiye için bir dönüm noktasıdır. 1980 yılında yaşananlar Sonraki yıllara öyle sirayet etti ki ekonomiden siyasete, sokaktan sanata kadar her şey 1980’den öncesi ve sonrası şeklinde anılmaya başlandı. 1980 yılında, demokrasi 12 Eylül tarihinde bir kez daha kazaya uğradı ve ağır yaralandı. Bu kazanın hemen öncesinde ülkede öyle suikastler öyle katliamlar ve öyle bir ekonomik kriz yaşandı ki darbe adeta geliyorum diyordu. Sonuç olarak bu darbenin neye karşı ve neden yapıldığını anlamak için Türkiye’nin 70’li yıllarda bulunduğu durumu iyi bilmek ve değerlendirmek gerekiyor. Sizlerle daha önce paylaştığım yazımın (12 Eylül 1980 Bir Darbenin Anatomisi (VOL.1)) devamında yukarıda zikrettiğimiz 70'li yılların sonu ve darbenin hemen arifesinde yaşanan olaylara bir göz atacağız. Yazı yine uzun olduğu için çayınızı veya kahvenizi almanızı tavsiye ederim. iyi okumalar...




***KENAN EVREN’İN GENELKURMAY BAŞKANI OLMASI VE BOMBALAMA OLAYLARI***



Muhalefet lideri Ecevit Güneş Motel operasyonu ile Adalet Partisinden milletvekillerini bakanlık vaadiyle koparınca 2. Milliyetçi cephe hükümeti düşmüştü. Ecevit ise 3,5 yıl sonra yine iktidar koltuğuna kavuşmuştu. Ecevit'in hükümeti kurar kurmaz yaptığı ilk açıklama ise bundan sonraki dönemde gelenekselleşecek olan ''enkaz devraldık'' sözüydü. Ancak sol fraksiyonlar bu kadar olumsuzluğa rağmen sevinçliydi. Herkesin Ecevit’ten beklentisi anarşiyi durdurması, ekonomik sıkıntıların önünü almasıydı. Demirel ise 11 milletvekilinin altından çekilip alınmasını bir türlü hazmedememişti. Demirel yeni hükümetin kuruluş şeklini ahlak ve etik dışı olduğunu göstermek için Ecevit’e ''başbakan'' olarak hitap etmek yerine ''hükümetin başı'' şeklinde hitap etmeye başlamıştı. Demirel'in hükümete karşı ilk hücumu ise kontrgerilla konusunda olacaktı. Madem Ecevit muhalefette olduğu dönemde kontrgerilladan şikayet ediyordu, buyursun şimdi başbakan olduğuna göre Kontrgerilla yapılanmasını ortaya çıkartıp kapatsındı. Demirel'in bu hamlesiyle Ecevit köşeye sıkışmıştı. Çünkü Demirel’in yaptığı bu hamle Ecevit ile Genelkurmayı karşı karşıya getirecekti. Ancak her kesim Ecevit’ten Kontrgerilla ile ilgili yanıt bekliyordu. Ecevit ise Kontrgerilla ile ilgili tarihi açıklamasını ise şubat ayının başında yaptı. Başbakan'a göre Kontrgerilla isimli bir örgüt yoktu. Başbakan açıklamasında sadece bazı kışkırtıcı ajanlardan söz etmişti. Bu açıklama ise sol çevrelerde büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Karaoğlan ilk defa ortaya attığı kontrgerilla konusunda şimdi geri çark etmişti. Ecevit ise kontrgerilla ismini kullanmamasını tüm devlet birimleri tarafından böyle bir yapılanmanın olmadığı cevabını aldığı için verdiğini iddia ediyordu.


1978 yılının mart ayında yeni bir Genelkurmay krizi yaşanacağı ufukta görünmüştü. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'ın görev süresi 1 yıl daha uzatılabilirdi. Ancak Ecevit hükümetinin gönlünde Kara Kuvvetleri Komutanı Kenan Evren yatıyordu. Çünkü CHP için Kenan Evren ideal ve demokrat bir komutan portresi çiziyordu. Ecevit'in gözlemlerine göre Kenan Evren siyasetle ilgilenmeyen bir komutandı. Siyasetçilerin aklında kalan tek kuşku ise beklenti içerisindeki Semih Sancar'ın görev süresi uzatılmayınca askeri birlikleri harekete geçirip geçirmeyeceği sorusuydu. Savunma Bakanı Hasan Esat Işık tüm siyasetçilerin aklında olan bu soruyu direkt olarak Kara Kuvvetleri Kenan Evren'e sorduğunda aldığı cevap ise;


''Hiç merak etmeyin. Bu atama sorunundan dolayı silahlı kuvvetler hiçbir şey yapmaz. Böyle bir emir verilirse dahi kimse buna riayet etmez. Daha önce Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Faruk Gürler Paşa'nın arkasından böyle bir girişim olmadıysa burada hiç olmaz.'' şeklindeydi.


Bu garantinin verilmesiyle Genelkurmay Başkanlığındaki bu nöbet değişimi bu kez sorunsuz gerçekleşecek gibi duruyordu ve beklendiği gibi genelkurmaydaki bu nöbet değişimi sorunsuz olarak gerçekleşti. Böylelikle 1980'li yılların başaktörü olacak Kenan Evren Genelkurmay Başkanlığına geçmiş oldu. Genelkurmay Başkanı olan Evren'in karşısında ise çok ciddi sorunlar vardı. Ülke günden güne anarşiden dolayı iç savaşa doğru sürükleniyor ve siyasiler bu olaylar için yeterince tedbir alamıyordu.


Evren'in de masasında olan terör meselesi aynı dönemde ülkenin içine iyice işlemeye başlamıştı. Ankara Emek Postanesinden aynı gün dört ayrı adrese birer paket yollanmıştı. Bu paketlerin içerisinde ise bombalar bulunmaktaydı. Paketlerin açılması etrafa ölüm saçılmasına neden olacaktı. İlk paketin adresi Malatya'nın Adalet Partili Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu'nun eviydi. Halkın ''Hamido'' lakabını taktığı başkanın evinde patlayan bomba gelinini, torununu ve Hamido'yu anında öldürdü. İşte bütün olaylar bundan sonra başladı. Provokasyon çarkları hızla dönmeye başladı ve ‘’Hamido'yu solcular öldürdü’’ söylentisi şehre yayıldı. Belediye hoparlöründen Kur’an okunmaya başlandı. Camilerde ise ''din elden gidiyor.'' şeklinde vaazlar verilmeye başlandı. Böylelikle halk galeyana getirildi ve Malatya biranda karıştı. Camilerden çıkan halk alevi ve solculara ait 500 dükkanı yağmalandı ve 15 ev yaktı. Halkı daha fazla galeyana getirmek için şehrin içme suyuna zehir karıştırıldığı söylentileri çıkartıldı.



Hemen hemen aynı saatlerde diğer bombalı paketlerde adreslerine ulaşmaya başlamıştı. Diğer paketlerden birisi solcu bir hedefe yollanmıştı. Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde ki CHP milletvekili adayı Memiş Özdal bu yollanan paketten kuşkulandı ve paketi geri yolladı. Geri yollanan bomba ise postanede patladı ve her şeyden habersiz bir postane memuru öldü. Diğer iki paket ise Adıyaman ve Adana’ya gönderilmişti. Ama paketlerde bomba olduğu şans eseri önceden fark edilerek el konuldu. Türkiye bu tip bombalı terörle ilk defa tanışıyordu. Zira o güne kadar böyle bir teknoloji hiç kullanılmamıştı. Ayrıca ne solda nede sağda hiçbir örgüt böyle bir donanıma sahip değildi. İşin garip yanı bütün paketlerin Ankara’daki bir postaneden ve farklı görüşlü insanlara yollanmış olmasıydı. Daha da önemlisi bu bombalar Anadolu’daki büyük toplumsal çatışmanın fitilini yakan bir başlangıç olacaktı. Devlet organları bu gelişmeleri ''elinizi uzatıp tutabileceğinizi zannettiğiniz; fakat gücünüzün yetmediği ve tutamadığınız olaylar'' olarak nitelendiriyordu. Çünkü olayların failleri bulunamıyor veya nereden, ne zaman çıktığı bilinemiyordu. Bu belirsizlik ise kolluk kuvvetlerinin elini kolunu bağlayan bir unsurdu.


Bir başka önemli olay ise 16 Mart 1978 günü İstanbul Beyazıt meydanında gerçekleşecekti. Öğlen saatlerinde sol görüşlü öğrenciler her zaman olduğu gibi polis gözetiminde toplu şekilde okulu terk ediyordu. Ancak o gün okulun güvenliğini sağlaması gereken polislerin azlığı çoğu kişinin dikkatinden kaçmıştı. Normalde okulun önünde 30-40 kişilik bir polis grubu görevli iken o gün 8-9 polis bu güvenliği sağlıyordu. Solcu gençler ise kuşkulu şekilde Beyazıt meydanına yaklaştığı sırada orada görevli olan iki polisten birisi ''bomba'' diye bağırdı. Bunu duyan öğrenciler ise kendilerini yere attı. Bombanın büyük bir gürültüyle patlamasıyla birlikte otomatik silah ateşi de başlamıştı. Bunun üzerine öğrenciler arasında müthiş bir panik yaşanmaya başladı. Bombanın şarapnel etkisiyle birçok kişi yaralanmıştı. Polisler ise bombayı atan şahsı fark etmiş ve peşine düşmek için harekete geçecekleri sırada bir emir onları durdurdu. Bu emri veren ise Komiser Muavini Reşat Altay'dı. Emri veren Reşat Altay sonraki yıllarda o dönemin Ülkü Ocakları 2. Başkanı Abdullah Çatlı ile bağlantısı olduğu belirlenen birkaç polis yetkilisinden birisi olarak karşımıza çıkacaktı. Bu saldırının bilançosu ise çok ağırdı. Saldırıda 7 öğrenci ölmüş ve 40 kişi yaralanmıştı. Eylemi gerçekleştiren katil veya katiller ise ellerini kollarını sallayarak kaçıp gitmişti. Olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra bombayı atan kişi olan Zülküf İsot katliamı ailesine itiraf etmişti. Bu itiraftan kısa süre sonra ise İsot öldürüldü. İsot'un katili ise kendisi gibi bir ülkücü olan latif Apti idi. Latif Apti ise bu cinayet yüzünden 8 yıl hapis yattı. Bu olayla ilgili asıl önemli açıklama ülkücü itirafçılardan birisi olan Ali Yurtasan tarafından yapılmıştı. Yurtasan, öğrencilerin üzerine atılan bombayı Ülkü Ocakları 2. Başkanı Abdullah Çatlı'nın sağladığını beyan etti. Çatlı ismi ise ilk defa bu şekilde kamuoyu tarafından duyulmuştu. Çatlıya asıl ününü kazandıran ise başka bir eylem olmuştur. Ankara Bahçelievler'de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 öğrenci bir gece telle boğularak ve kurşunlanarak öldürüldü. Bu olayda sanık sıfatıyla yakalananlar ise bu katliamı ''reis'in emri ile gerçekleştirdiklerini...'' itiraf ettiler. Sanıkların bahsettiği reis ise Abdullah Çatlı'dan başkası değildi.


16 Mart saldırısında ölenler ise o güne kadarki en görkemli cenaze töreni ile uğurlandı. Artık kan oluk oluk akmaya başlamış ve anarşi bireysel değil, gruplar halinde can almaya başlamıştı. Bahçelievler cinayetinin hemen arkasından Balgat’taki gecekondu semtinde kahvehaneler taranmış, bu saldırıda 5 kişi ölmüş ve 20 kişi yaralanmıştı. Bu eylemin 2 sanığı yine ülkücü kanattandı. Bu sanıklardan Mustafa Pehlivanoğlu 12 Eylül darbesi sonrası idam cezasına çarptırılarak asılmış, İsa Armağan ise ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmiş ve darbe sonrasında da hapis hayatına devam ediyordu. Bu olaylarla birlikte terör yeni bir eylem türü geliştirmeye başlamıştı. Artık her iki cephenin namlusunun ucunda ünlü isimlerde vardı. 1978 yılı içerisinde Milliyetçi Hareket Partisi'nin İstanbul İl Başkanı Recep Taşatlı iki oğluyla birlikte öldürüldü. Bu cinayeti Marksist Leninist Silahlı Propoganda Birliği (MLSPB) üstlendi. Bu cinayetin ardından savcı Doğan Öz, Doç. Dr. Necdet Bulut, şair Ümit Kaftancıoğlu ve Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu öldürüldü. Artık cinayetler insanların günlük yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olmuştu.


***SAĞ VE SOL ÖRGÜTLENMELER ÜZERİNE!***


Bu terör olaylarıyla birlikte konuşulan diğer bir konuda giderek artan geçim sıkıntısı ve yokluklardı. Ülke içerisinde döviz sıkıntısı öylesine artmıştı ki halkın yurtdışına çıkış izni 2 yılda bir kereye kadar indirilmişti. Elektrik kesintileri hayatın değişmez bir parçası olmuş, tasarruf için televizyon yayınları gece 11'de kesilmeye başlamıştı. Mazot, kömür veya ampul bulmak büyük bir sorundu. Bu olumsuzluklardan ötürü günlük yaşam giderek zorlaşmaya başlamıştı. Ülkeye benzin veya sigara getirilmesi bile gazeteler tarafından manşetten veriliyordu. Bu manzara karşısında Ecevit hükümeti de çaresizdi. Çünkü ülke hem terörden dolayı ikiye ayrılıyor, hem de ekonomik krizin önüne geçilemiyordu. Ülkede artık ne merkez sol nede merkez sağ etkiliydi. Bu partiler yerine kontrol her iki tarafın radikal gruplarının elindeydi. Buna en iyi örnek ise her iki tarafında hemen her meslekte kendi örgütünün veya derneğinin olmasıydı. Mesela solcu işçiler Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) çatısı altında toplanmış, buna karşılık sağcılar Milliyetçi İşçi Sendikalarında (MİSK) çatısı altında örgütlenmişti. Yine solcu öğretmenler ''TÖB-DER'' altında toplanmış, sağcılar ''ÜLKÜ-BİR'' altında toplanmıştı. Dahası öğrenciler bile ortaokul seviyesine kadar ayrışmıştı. Solcu öğrenciler Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) çatısı altındayken, sağcı öğrencilerin toplandığı yer ise Ülkü Ocaklarıydı. Ancak en dramatik kamplaşma polis içerisinde yaşanıyordu. Solcu olan polisler ''POL-DER'' çatısı altındayken, sağcı polisler ''POL-BİR'' çatısı altında örgütleniyordu. Bu örneklere avukatları, öğretmenleri, mühendisleri ve ziraatçileri de kattığımızda herkesin bir safta olduğu görülebilmektedir. Dolayısıyla bu kamplaşmada sokağın hakimi de ülkücü ve devrimci gruplar oluyordu. Ülkücü grupların merkezi yukarıda zikrettiğimiz gibi Ülkü Ocaklarıydı. Bu ocaklar siyasi açıdan Milliyetçi Hareket Partisine bağlıydı. Bu ayrışma döneminde kurulan kimi yasadışı örgütlerde silahlı kadrolarını Ülkü Ocaklarından temin ediyordu. Bu örgütlere, Türk İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO) ve Türk Yıldırım Komandoları örnek olarak gösterilebilir ve en çok adı duyulan oluşumlardı. Bu örgütler 12 Mart muhtırası sonrası kurulmaya başlamış ve 1974 yılına kadar Anadolu ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak özel kamp programları organize etmeye başlamıştı. 1974 yılından itibaren artan siyasi kutuplaşmayla birlikte bu örgütlerde karşıt görüşlü örgütlerle çatışmaya girmeye başlamış ve ülkede kan akmaya başlamıştı. İlk olaylar üniversitelerde ortaya çıkmıştı. Bu olaylar üniversiteleri aşarak mahallelere yayılmaya başladı ve bu Mahallelerde kurtarılmış bölgeler ilan edilmeye başlandı. Bu kurtarılmış bölgelerde belli düşüncelere sahip insanlar mahallelere sokulmamaya başladığı için de karşıt görüşlülerde bu mahalleleri ele geçirmek için saldırıya geçti. Sonuç olarak bu çatışmalardan dolayı ülkücü kesim ve solcular arasında daha çok kan akmaya başladı.


Bu sağ örgütlerin içerisinde bir başka oluşum ise ''Akıncılar'' olarak isimlendiren gruplardı. Bu gruplar şeriatı hedefliyor ve siyasi yönden Milli Selamet Partisine yakınlık duyuyordu. Bu grupların arasında Türkiye Şeriatçı Kurtuluş Ordusu (TİSKO) öne çıkan örgüttü. Ancak akıncılar grubu kendilerini sağcı ve solcular arasında yaşanan büyük çatışmaların dışında tutmayı başarmıştı.


Soldaki örgütlenme ise hem çok daha karışık, hem de çok daha yaygındı. Sol gruplar son derece farklı kaynaklardan besleniyordu. Bu gruplar dünyadaki Sosyalist ülkelerin farklı görüşlerini benimseyerek kendi içlerinde de bölünmüşlerdi. Örneğin Sovyet yanlıları, Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye İşçi Partisi (TİP), Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ve Emeğin Birliği (TKEP) örgütlerinden oluşuyordu. Çin yanlıları, Türkiye İşçi Köylü Partisinde (TİKP) toplanmıştı. Arnavut ve Yugoslav yanlıları, Halkın Kurtuluşu (THKO), Halkın Yolu (THKP-C/ML), Devrimci Proletarya ve TİKKO örgütlerinden oluşuyordu. Peki, bu gruplar neden bu kadar bölünmüştü? Örneğin Sovyetler Birliği ile birleşmeyi veya ittifak kurmayı savunan bir fikirle karşılaşan Arnavut yanlıları bu birleşmenin gerçekleşemeyeceğini; Çünkü Sovyetler Birliğinin devrim karşısında konumlanan ve devrimleri bastırıp ezmeye çalışan; bundan dolayı da emperyalistleşmiş bir ülke olmasından ötürü Sovyetlere karşı da mücadele edilmesini savunabiliyordu.


Yukarıda zikrettiğimiz grupların arasında asıl güçlü olan sol örgüt ise bahsettiğimiz grupların ''orta yol'' olarak adlandırdığı DEV-GENÇ ve DEV-YOL örgütleriydi. DEV-GENÇ ve DEV-YOL'un çıkarttığı dergiler büyük tirajlarda satılıyor ve ülkede ki milyonlarca insana hitap ediyordu. Dergi tirajları yönünden bakıldığında ülkenin o günkü nüfusu ile kıyaslandığında bu örgütlerin topluma etkisi diğerlerine göre fazla gözükmektedir. Yine bu sol örgütler arasında Kurtuluş, Halkın Devrimci Öncüleri, Marksist-Lelinist Silhlı Propaganda Birliği ve Partizan Yolu adları silahlı çatışmalarda en çok duyulan örgütlerdi. Bu kadar fazla örgütün neden doğduğunu ise dönemin İstanbul DEV-GENÇ Başkanı olan Bülent Uluer çok güzel özetlemektedir.


''Sovyet, Çin veya Arnavutluk kutuplaşmasının getirdiği bir nesnellik sol örgütler içerisinde zaten vardı. Ancak hem Çin’i savunup kendi arasında bölünen çoktu. Hem Arnavutluk’u savunup kendi arasında bölünen de çoktu. Dolayısıyla aramızdaki ayrılıklar aslında sınıfsal değildi. Örneğin şöyle bir cümle vardır; ''Her ayrılık sınıfsal bir temele dayanır.'' Ancak hayatımızda 60 sınıf yoktur ki; ama o dönemde Türkiye’de 60 örgüt vardı. Bence bu cümle bu yüzden kesinlikle doğru değil. Bundan dolayı aynı miras üzerinden kavga edilmeye başlandığı anda cinayetin olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı da o dönemde sol örgütler arasında da cinayetler başladı.''



Bu bölünmeden azda olsa payını alan bir diğer kurum ise Türk Silahlı Kuvvetleriydi. Görüş ayrılıklarından dolayı harp okulunda veya piyade okullarında münferit olaylar olmaya başlamıştı. İşte bu bozulma komutanları alarma geçirdi. Ancak komutanları asıl kaygılandıran Güneydoğu Anadolu bölgesine yaptıkları bir gezide gördükleri ve duydukları olaylardı. Bu dönemde anarşi ile birlikte Kürtçülük hareketleri de çoğalmaya başlamıştı. Bu harekete ise Apocular önderlik etmekteydi. O zamanlar bu oluşum PKK ismini almamış, hareketin önderi olan kişinin ismi olan Abdullah Öcalan'ın isminin kısaltması olan Apocuları kullanıyorlardı. Apocular bölgede devlete karşı o kadar çok kurtarılmış bölge oluşturmuştu ki bölgede bir Kürt devleti ilan edecek duruma gelmişler, hatta Diyarbakır'ı başkentleri olarak belirlemişlerdi. İşte bu durum 1978 yılının haziran ayında gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulunda masaya yatırıldı. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren gözlemlenen olaylar ile ilgili hazırlanan raporları masaya koydu ve ''hemen önlem alınması gerektiğini'' söyledi. Toplantıdan sonra ise ordu ise Güneydoğuda ilk defa bölücülük tehlikesine karşı özel bir tatbikat yaptı. Tatbikat sonrası ise Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ilk defa basın yayın organlarına beyanatta bulunarak;


''Cumhuriyetin yozlaşmasına ve ülkenin parçalanmasına silahlı kuvvetler izin vermez. Bundan ötürü olayların önü alınmaz ise bu işin böyle gitmeyeceği bilinmelidir...'' dedi.


***MARAŞ OLAYLARI VE SIKIYÖNETİM İLANI***


Artık askerler konuşmaya başlamışlar ve rahatsızlıklarını her yerde açıkça dile getiriyorlardı. Aslında ordu gerekli uyarıları yapıyordu. Ama ordunun gerekli müdahaleler için yetkisi yoktu. Bu yüzden TSK aynı yıl Gaziantep, Malatya ve Sivas’ta yaşanan olaylara etkin şekilde müdahale edememişti. Aslında silahlı kuvvetler ısrarla ''sıkıyönetim'' kararının alınmasını istiyordu. İşte tam bu sırada öyle bir yaşandı ki yetki kendi sahibini buluverdi.


Bu olay ise Kahramanmaraş şehrinde yaşandı. Aslında Kahramanmaraş’ta yaşananlar 12 Eylül’e giden yoldaki en önemli kilometre taşıdır. Ayrıca din ile oynamanın ne gibi sonuçlar doğurabileceğinin en tipik örneklerinden, hatta en önemli örneklerinden birisini teşkil etmiştir. Aslında şehirde ki gerilim 1978 yılının ilk günlerinden itibaren tırmanmaya başlamıştı. Şehirde hem sağcılar hem de solcular birbirine karşı mücadeleyi doruk noktasına çıkartmaya başlamıştı. İlk önce bir evde bomba ve silahlar bulundu. Bunun ardından şehirde Türk Yıldırım Komandoları isminde sağ bir örgütün varlığı ortaya çıkartıldı. Bunun hemen ertesinde ise şehirde yaşayan solcu ve alevi vatandaşların gittiği bir kahvehane tarandı ve bir alevi dedesi öldü. İşte etnik düşmanlığın tohumları ilk kez bu saldırılarla atılmaya başlandı. Çünkü Maraş bu tohumların yeşermesi için en uygun şehirlerden birisiydi. Kahramanmaraş MHP lideri Türkeş'in çizdiği ''verimli hilal stratejisinin'' en güneydeki ucuydu. Türkeş'in benimsediği verimli hilal Orta Anadolu’yu ülkücü örgütlenmenin ana cephesi haline getirmeyi hedefliyordu. Bu bağlamda, verimli hilal stratejisi kapsamında Tokat, Amasya, Sivas, Kırşehir, Niğde, Nevşehir, Kayseri, Adana’nın kuzey kesimleri ve Kahramanmaraş tamamen ülkücülerin egemenliğinde olmalıydı. Bundan ötürü de Maraş’ta ülkücü hareketin bir kalesi olarak görülüyordu. Ancak Ecevit’in iktidara gelmesi bu kalede gedikler açmaya başlamıştı. Çünkü Ecevit’in iktidarı ile birlikte en önce alevi kökenli CHP’liler olmak üzere, o güne kadar ülkücü ve Adalet Partililerin oturduğu koltukları kapmaya başladı. Aynı zamanda CHP’nin doğal müttefiki olan DİSK ve TÖB-DER'de şehirde hızla boy göstermeye başladı. DİSK, fabrikalarda, TÖB-DER ise okullarda örgütlenmeye başladı. Şehirde yıllardır sesini çıkartamayan solun birde özgüveni arttı. Ülkücüler ise ayağının altında ki zeminin giderek kaydığını fark ederek bu durumun böyle devam edemeyeceğine kanaat getirmişti. Böylelikle her iki taraf arasında gerginlik giderek artmaya başlamıştı. Bu gerilimin doruk noktası ise Çiçek Sinemasında gösterimi olan ve ülkücülerin çok rağbet ettiği ''Güneş Ne Zaman Doğacak'' filminin ilk yarısına verilen ara sırasında patlatılan ses bombası ile zirve yapmış oldu. Bu bombanın patlatılmasından 4 gün sonra ise sol görüşlü 2 öğretmen akşam okullarından dönerken vurularak öldürüldü. İşte bu olaylarla tarihimizin kara bir sayfasını oluşturan Maraş Olayları / Maraş Katliamı başladı. Maraş olaylar sırasında insanlığın en vahşet dolu görüntülerine sahne oluyordu. Olaylar sırasında karnı deşilen hamile kadınlar, ağaçlara asılan gençler, diri diri yakılanlar ve kafası baltayla kesilenler olmuştu. Bu olayları yaşayan ve görenlerin hayatları boyunca unutamayacakları sahneler yaşandı. Katliam ise 3 gün, gece gündüz sürdü. Ne gariptir ki 3 gün boyunca Maraş'da devlet yoktu. Sadece terör, vahşet ve kan vardı. Olaylar dalga dalga şehirle birlikte çevre köylere yayılırken ne asker nede polis hiç kimse saldıran tarafa müdahale etmemiş ve vahşeti izlemekle yetinmişti. 26 Aralık günü ise ortaya çıkan manzara korkunçtu. Çoğunluğu alevi olmak üzere, toplam 120 kişi ölmüş ve 1000'e yakın insan yaralanmıştı. Bununla birlikte yüzlerce ev ve işyeri de kullanılamaz hale gelmişti. Maraş olayları dini istismarın bir ibret belgesi olarak tarihteki yerini aldı. Asıl önemlisi Maraş'da yaşanan olaylar ülkede yaşanan iç savaşın doruk noktası olarak da addedilebilir. Ecevit, bu olayların kendilerini sıkıyönetime mecbur bırakmak için çıkarıldığını iddia ederken; Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, sıkıyönetim olmamasından dolayı müdahale edilemediğini ve olaylar bittikten sonra Vali’nin askeri birlik isteğinde bulunduğunu iddia etmiştir. Konuyla ilgili görgü tanıkları ile birlikte saat saat gelişmeleri işlemekte fayda olduğuna inanıyor ve Maraş Olaylarını ardımızda bırakarak aynı dönemde olan diğer gelişmelere bir göz atalım. (bkz. Maraş olayları)


Kahramanmaraş olayları neticesinde, Ecevit'in sıkıyönetim konusundaki direnci kırıldı. Olayların gerçekleştiği zamana kadar sıkıyönetime karşı çıkan başbakan sıkıyönetim kanununu kabul etmek zorunda kaldı. Demirel ise grup konuşmalarında;


''Sıkıyönetim bu olaylardan sonra ilan edilmiştir. Bu olaylardan önce sıkıyönetim ilan edilmiş olsaydı; belki bu kadar fazla can kaybı olmazdı…''


Şeklinde sözler sarf ederek Ecevit'i köşeye sıkışmasına sebep oluyordu. Ecevit ise Demirel'e karşılık olarak;


''Sıkıyönetim kararında hep gecike bilsek... Çünkü Türkiye’nin bu koşullarında ve bunalım döneminde alınan bu karar Türkiye’yi kaygan zemine sokarak, rejimin nereye gideceği belli olmayan yollara sokacağından endişe ediyoruz...'' demiştir.


Bu kararın alınmasıyla askerler daha aktif şekilde hayatın ve siyasetin içerisine girmeye başladı. Böylelikle ordu yeniden göreve çağrılmıştı. 1978 yılı geride 680 ölü ve binlerce yaralı bırakarak kapanıyordu. 1979 yılıyla birlikte yepyeni bir dönem başlayacak ve bu dönemin sonunda ise askerler tamamen ülkenin yönetimini ele alacaklardı.


***ABDİ İPEKÇİ SUİKASTİ VE MEHMET ALİ AĞCA HAKKINDA!***


1979 yılına girilirken ülkede petrol, elektrik ve kömür yoktu. Bundan önemlisi halkın ümidi de yoktu. Çünkü anarşiyle birlikte yukarıda zikrettiğimiz yokluklar ve hayat pahalılığı halkı canından bezdirmişti. Sokakta askerler devriye gezmeye başlamış, sıkıyönetim bildirileriyle birlikte yasaklar konuluyor ve özgürlükler kısıtlanıyordu. Ancak alınan tüm önlemlere rağmen terör yine de durdurulamıyordu.


1979 yılının başında terör hiç umulmadık bir hedef seçmişti. 1 Şubat 1979 günü Milliyet Gazetesinin başyazarı Abdi İpekçi, başbakan Bülent Ecevit ile gerçekleştirdiği olağan görüşmesinden hemen sonra gazetesine geri dönmüştü. İpekçi gazetesindeki yazısını hazırladı ve her zamankinden 2 saat önce gazeteden ayrıldı. Basında Ecevit'e en yakın isim olarak Abdi her daim öne plana çıkarılıyordu. Abdi ipekçi, Ecevit’in adeta resmi olmayan danışmanı ve sırdaşıydı. İpekçi Nişantaşı’nda bulunan Emlak Caddesine yöneldiğinde trafik sıkışıklığına denk gelmişti. Bu sıkışıklığı atlatıp tam Karakol Sokağına dönmek üzereyken arabasından katilinin siluetini gördü. Ardından kurşunlar peş peşe İpekçi’nin bedenini buldu ve İpekçi koltuğa yığılarak oracıkta vefat etti. Kayan araba ise elektrik direğine çarparak durabildi. Abdi İpekçi’nin 2 kurşun kalbine, 1 kurşun karın boşluğuna ve 2 kurşun koluna olmak üzere toplam 5 kurşun isabet etmiş ve oracıkta ölmesine neden olmuştu. Herkes şaşkındı terör sonunda Abdi İpekçi gibi ılımlı ve her çevrenin saygı duyduğu bir gazeteciyi de öldürmüştü. Yine herkes aynı soruyu sormaya başlamıştı. Neden İpekçi öldürülmüştü? Aslında vurulan İpekçi değil, uzlaşı ve hoşgörüydü. Suikastten sonra ise polisler insan avı başlattı ve katili bulana o günlerin parasıyla servet değerinde olan bir ödül (6 milyon TL.) vaat edildi. Katil ise 5 ay sonra İstanbul’da yakalandı. Katilin ismi ise Mehmet Ali Ağca idi. Ağca, yakalandıktan sonra gazetecilerin karşısına çıkarılmış ve ağca gazetecilerin soruları üzerine neden bu cinayeti işlediğini şu şekilde açıklamıştı:


''Baskı ve sömürü düzenine karşı çıktığım için Abdi İpekçi’yi öldürdüm. Bu cinayeti hükümete karşı değil, düzene karşı olduğum için işledim. Açıklayacağım tek şey silahlı sağ veya sol bir eylemci olmadığımdır. Ben bağımsız ve tek başına bir terörist olduğumdur. Kesinlikle hayatım boyunca hiçbir siyasal kuruluşa üye olmadım. '' demiştir.


Mehmet Ali Ağca bu beyanatında tabi ki doğruyu söylemiyordu. Aslında tek başına değildi. Arkasında uyuşturucu ticaretinden, mafyaya, silah kaçakçılığından siyasilere kadar uzanan büyük bir desteğin olduğu ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkacaktı. Mehmet Ali Ağca, Abdi İpekçi’yi öldürdüğü gün 21 yaşındaydı. Ağca, Malatyalı yoksul aile içerisinde büyümüştü. Ağca İstanbul İktisat Fakültesinde öğrenciydi, ama öğrencilikle ilgisi yoktu. Bu suikastte tetikçi olarak kullanılmıştı. Mehmet Ali Ağca, cezaevinde 6. Ayını doldurmadan sürpriz bir açıklama yaparak; suçsuz olduğunu iddia etti ve ''mahkemeye çıkarsam her şeyi açıklayacağım.'' cümlesini sözlerinin sonunda üzerine basarak söyledi. Ağca aslında bir yerlere mesaj yolluyordu. Nitekim bu mesaj yerine ulaşmış ve ağca Maltepe Cezaevinden asker elbisesi giydirerek kaçırıldı. Ağca ilerleyen dönemde cezaevinde yapılan mülakatta bu konuyla ilgili şu açıklamaları yapmıştı:


''Biliyorsunuz. Ülkücü kesimde de şiddet eylemleri yapanlarda vardı. İşte onların moralini üst seviyede tutmak ve olaya sahip çıkmak için benim kaçırılmam gerektiğine kanaat getirmişler. Benim cezaevinden kaçırılmamdan sonra Abdullah Çatlı ile bir arkadaş aracılığı ile tesadüfen karşılaşmıştım. Çatlı bana bir ev göstererek o evde saklanabileceğimi söyledi. O dönemde çatlı aracılığıyla Ankara'da 3-4 ev değiştirdim. Ancak kaldığım evlerin kimlere ait olduğunu hatırlamıyorum. Bu kaçak olduğum dönemde sadece ülkücüler ile ilişkim vardı. O dönemde bana ülkücülerden başka kimse yardım edemezdi. Aslında ülkücüler beni koruma mecburiyetindeydi. Yakalanıp, cezaevine düşseydim. Ülkücüler için tam bir fiyasko olacaktı. ''


Mehmet Ali Ağca bu kaçak hayatını sürerken ne ortalıkta görüldü nede sesi çıktı. Ancak bir süre sonra sessizliğini bozarak, Milliyet Gazetesini aradı. Telefonu açan gazeteci Mehmet Mesçi ilk başta karşısındaki kişinin Ağca olduğuna inanmadı. Ancak görüşmenin ilerleyen safhasında telefondaki kişinin Ağca olduğu anlaşıldı. Ağca telefonda, gazetenin yakınında bulunan bir postaneye bir mektup bıraktığını söyleyerek kapattı. Gazete yönetimi dahil postaneye giderek Ağca'nın telefonda bahsettiği mektuba ulaştılar. Ağca'nın bıraktığı mektupta şu ifadeler bulunmaktaydı:


''Türkiye’nin, kardeş İslam ülkeleri ile Ortadoğu’da yeni bir siyasi, askeri ve ekonomik güç oluşturmasından korkan batılı emperyalistler, hassas bir dönemde dini lider maskeli haçlı kumandanı 2. John Poul'ü acele Türkiye’ye gönderiyorlar. Bu zamansız ve anlamsız ziyaret iptal edilmezse papayı kesinlikle vuracağım. Cezaevinden kaçmamın tek nedeni budur. Ayrıca ABD ve İsrail kaynaklı Mekke baskınının hesabı sorulacaktır. Ayrıca kansız, sessiz ve basit bir kaçış olayını rica ederim büyütmeyin.''


Ancak kimse bu tehdidi ciddiye almadı. Oysa ağca onu koruyan ve kollayanlar tarafından sağlanan sahte pasaport ile papayı vurmak için yola çıkmıştı. Sonunda Ağca dediğini yaptı ve Papa'yı vurdu. Bu olay ile sadece Türkiye değil, dünya şoka uğramıştı. Ağca'nın vurduğu papa yaralı şekilde kurtuldu. Ağca ise İtalya'da yakalanarak ömür boyu hapse mahkum oldu. Ağca, ipekçi ve papa suikasti davalarında çelişkili ve yanıltıcı ifadeleriyle birlikte akli dengesinden kuşku uyandıran tavırlarıyla gerçeği hep gizlemeyi başardı.


İpekçi'nin ölümüyle birlikte Türkiye'de bir tabu daha yıkılmıştı. Artık anarşi en güçlü, en nüfuzlu ve en çok korunan isimleri dahi hedef seçmeye başlamıştı. Aynı yıl Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürülmüştü. Bu cinayetin ardından yazar İlhan Darandelioğlu İstanbul'da sol örgütler tarafından vuruldu. Terör hedef gözetmeksizin öldürmeye devam ediyor ve öğretim görevlileri Ümit Yaşar Doğanay ve Cavit Orhan Tütengil aynı yılın en çok yankı uyandıran cinayetleri arasındaydı. Artık Türkiye iç Savaş’ın bütün belirtilerini yaşamaya başlamıştı.


Aynı sıralarda garip şekilde meydana gelen 6 tren kazasında da 60 kişi hayatını kaybetmişti. 1979 senesinde tam 579 soygun gerçekleşmiş ve bu rakam o güne kadarki en yüksek rakam olmuştu. Artık sıkıyönetim komutanlıkları çaresizlik içerisinde her bankanın önüne asker koymak zorunda kalmıştı. O yıllarda toplumdaki panik havasını arttıran bir başka felaket ise yangınlardı. 1979 senesi içerisinde 3 fakülte, hükümet binaları ve 1 çarşı tamamen kül olmuştu.


***1979: EKONOMİK KRİZİN İYİCE DERİNLEŞMESİ***


Aynı yıl bir yangın daha vardı ki İstanbulluları çok korkutmuştu. Türkiye saatiyle sabah saat 05:30'da Libya'dan yüklediği 94,600 ton ham petrolü Romanya'ya taşıyan Rumen bandıralı Independenta adlı tanker ile Karadeniz yönünden gelen Yunan bandıralı Evriyali adlı kuru yük gemisine çarpmış ve büyük bir patlama olmuştu. Independenta'da çıkan yangın ise günlerce sürdü. Aslında boğazın sularında yanan Türkiye’nin yıllardır sıkıntısını ve hasretini çektiği petroldü. Patlamanın olduğu dönemin hemen arifesinde Türkiye’de mazot bulunamadığı için arabalı vapur seferleri tatil edilmişti. Aslında tatil edilen sadece şehir hatları değildi. Türkiye’nin tüm ekonomisi petrol kıtlığından dolayı işleyemez duruma gelmişti. Çünkü enerji santralleri durmuş, bundan ötürü gerçekleşen elektrik kesintilerinden dolayı da fabrikalar üretim yapamaz hale gelmişti. Artık en basit ürün dahi karaborsaya düşmüş, hatta hiç bulunamaz olmuştu. Bu dönemi gazeteci Yavuz Onat çok iyi özetlemektedir;


''Besim Üstünel okuldan benim hocamdı. Gün geldi besim hoca bakan oldu. Kendisine ziyaret için gittiğimde ''yavuz ben artık etkili bir mevkiiye geldim. Benden bir isteğin var mı?'' dedi. Bende, ''var.'' dedim. Hocam da, ''Ne istiyorsun.'' dedi. Bende, ''Ücreti karşılığında bir koli sana yağı istiyorum. Çünkü bayramda annemi ziyarete gideceğim ve elim boş gitmek istemiyorum.'' dedim. Üstünel hocam birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra isteğime ulaştım. Bayramda koliyle yağı anneme götürdüğümde mahalle birbirine girdi. Çünkü herkes bir paket yağ için saatlerce kuyrukta beklerken, ben almışım koliyle sana yağını, tabi ki herkes birbirine girer.''


Ayrıca döviz olmadığı için ilaç, röntgen filmi, yedek parça, kahve, sigara ve en önemlisi gübre bulunamıyordu. Çiftçi gübreye ulaşamadığı için üretimi durdurmuştu. Üretilen tarım ürünleri ise traktörler çalışmadığı için toplanamıyor veya dağıtılamıyordu. Ülkede kıtlık tehlikesi baş göstermeye başlamıştı. İşte Ecevit hükümetini halkın gözünden düşüren ekonominin geldiği bu tabloydu. Ayrıca hemen her ürüne muazzam zamlar yapılmıştı. Bu pahalılık enflasyona ’da yansımış ve ülke tarihinde enflasyon ilk defa %70 sınırına dayanmıştı. Devletin kasası ise bomboştu. Aynı dönemde Türkiye’nin petrol ihtiyacını karşılamak için yöneticilerin kapısını çaldığı devletlerde bu istekleri geri çeviriyordu. Çünkü ırak ve diğer devletler sattıkları petrollerin parasını alamıyordu. Siyasetçiler ise işi gücü bırakmış petrol tankerlerinin rotalarını izlemeye başlamıştı. Dönemin Petrol Ofisi Genel Müdürü Mustafa ÖZYÜREK siyasilerin petrol tankerlerinin nasıl takip edildiğini şu şekilde anlatmaktadır;


‘’Tankerlerimiz ve gemilerimiz bütün devlet büyükleri tarafından takip edilirdi. Örneğin İzmir’deki İPRAŞ tesislerinden yüklemesi yapılan Toros-1 tankeri Karadeniz bölgesinin petrol ihtiyacı için yola çıkıyordu. O dönemde akaryakıt sınırlı olduğu için gemideki petrolün bir kısmı samsuna, diğer kısmı Trabzon’a ve kalan kısımda Hopa’ya boşaltılıyordu. Cumhurbaşkanlığına vekalet eden Sırrı Atalay geminin yola çıktığını haber alınca bizi arayarak talimat verir ve geminin samsuna uğramadan doğrudan Trabzon’a gitmesini isterdi. Çünkü Sırrı Atalay Kars’lı olduğu için Trabzon’a boşaltılan petrol karsa bu şehirden ikmal yapılıyordu.’’


Bülent Ecevit ve hükümet ise günlük petrol ihtiyacını karşılayacak dövizi elde etmek için her çareye başvurmaya başlamıştı. Artık hükümetin başlıca işi bu olmuştu. Bundan dolayı Türkiye’nin yurtdışındaki saygınlığı da iyice zedelenmeye başlamıştı. Türkiye’nin yurtdışında bulunan temsilciliklerinde çalışan personelin maaşlarının ödenmesinde güçlükler yaşanıyor ve merkez bankasının ödeme emirleri dünya piyasasında yerine getirilmemeye başlamıştı. Hatta olay öyle bir safhaya geldi ki Türkiye Denizcilik Bankasına ait gemilerine veya Türk Hava Yolları’nın uçaklarına el konulması dahi konuşulmaya başlanmıştı. Hükümeti asıl endişelendiren ise Merkez Bankası’nın İsviçre’de bulunan altınlarıydı. Çünkü ödenemeyen dış borçlar karşısında İsviçre’de tutulan devletin resmi altın stoklarının haciz edilmesi bir felaket olabilirdi. Hacizle karşı karşıya kalan Merkez Bankası’nın İsviçre’de bulunan altınları önlem olarak özel bir operasyon ile gizli bir şekilde Türkiye’ye getirildi. İşte böylesine ciddi bir kriz yaşayan Türkiye için tek çare ise dış yardımdı. Avrupa ile Amerikalılarda Türkiye ve bölgedeki gelişmeleri kaygıyla izlemekteydi. Zira Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etmiş, ardından dünyayı şok eden ikinci gelişme yaşanmıştı. Amerika’nın sadık müttefiki olan İran’da ki Şah rejimi devrildi. Sürgündeki dini lider Ayetullah Humeyni büyük bir gövde gösterisiyle ülkesine dönmüş ve Şah Rıza Pehlevi ülkeden kaçmış; Humeyni ise İran İslam devletini ilan etmişti. Humeyni’nin hedefi batılı değerleri ve kültürü yok etmek, İslam devrimini ise bütün Ortadoğu’ya yaymaktı. Bu iki gelişme ise özellikle Amerika nezdinde Türkiye’nin önemi bir kat daha arttırdı. Çünkü Amerika soğuk savaşa devam ettiği Sovyetlerin etrafına dizdiği ve kendisinin kalkan olarak gördüğü devletler domino taşları gibi teker teker düşüyor ve kendisinden uzaklaşıyordu. Bundan dolayı sıranın Türkiye’ye geldiğinden endişe ediliyordu. Çünkü Türkiye’de artan istikrarsızlık, anarşi ve çöken ekonomi batının sırada Türkiye’nin olduğu kanısına kapılmasında en önemli etkendi. O günlerde ABD Milli Güvenlik Kurulu üyesi olan Paul Henze Washington’da Amerikan yönetiminin Ankara’yı nasıl gözlediğini en iyi bilenlerden birisiydi ve Amerikalı yöneticilerin durumu nasıl değerlendirdiğini şu şekilde anlatmıştır:


’İran’ın kaybedilmesinden sonra bir panikleme dönemi oldu. Herkes Türkiye için müthiş kaygılanmaya başlamıştı. Çünkü terörün galip geleceğini ve Türklerin olayın üstesinden gelemeyeceğini düşünenler bir hayli fazlaydı. Buna bir önlem alınması için derhal toplantılara başlandı ve çözüm yolları aranmaya başladı.’’


İran’da batı karşıtı bir İslam Devleti kurulmasıyla Amerika’nın başka ciddi sıkıntıları da oluşmuştu. Bu sıkıntıların başında daha önce İran’da konuşlandırılmış olan U-2 casus uçakları devrimden sonra yersiz kalmıştı. Bu uçaklar Sovyetlere karşı Amerika’nın gözü ve kulağıydı. Dolayısıyla Amerikalılar bu uçakların muhafazası için en iyi yerin Türkiye olduğunu değerlendirmişti. Bu değerlendirme neticesinde Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Warren Christopher, Ankara’ya gelerek Ecevit’le görüştü. Cristopher ile Ecevit arasında gerçekleştirilen kritik görüşmede Amerikalılar U-2 uçaklarının Türkiye’deki üslerden birisine konuşlandırılmasına izin verilmemesi durumunda Türkiye’ye ekonomik yardım konusunda yardımcı olamayacaklarını belirtmiş, bu sözler üzerine Ecevit ve ekibi bu tür isteklerle görüşmelerin ilerleyemeyeceğini belirterek toplantıyı terk etmek kararı aldı. Her iki tarafın arasındaki gerginliği Amerika’nın Ankara büyükelçisi araya girerek yatıştırmaya çalıştı ve Ecevit’ten bir süre Warren Cristopher ile baş başa kalmak için zaman istedi. Ecevit bu öneriyi kabul ederek ekibiyle birlikte toplantının yapıldığı odanın dışına çıktı ve beklemeye başladı. Amerikalılar kendi aralarında görüştükten sonra her iki taraf toplanarak yeniden toplantıya başladı. Toplantıda Amerikalı heyet u-2 casus uçaklarının Türkiye’ye yerleştirilmesiyle, ekonomik yardımlar konusunda herhangi bir bağ kurulmayacağının teminatını verdi. Ancak Amerikalılar daha önce Kıbrıs’ta olduğu gibi Ecevit’in hanesine bir eksi not daha koymuştu. Bu gelişmeyle birlikte 5 Ocak 1979 tarihinde Atlantik okyanusunda bulunan küçük bir ada olan Guadeloupe adasında gelişmiş ülkelerin (Amerika, İngiltere, Almanya ve Fransa) temsilcileri bir araya gelerek Türkiye ekonomisinin durumunu masaya yatırdı. Bu toplantılarda Türkiye’ye ‘’ivedinin ivedisi (urgent and urgent)’’ yardım kararı alındı. Ancak bu yardımlar son derece önemli bir koşula bağlıydı. Bu koşulu gerçekleştirmek ise Ecevit hükümeti için ‘’ateşten gömlek giymek’’ manasına geliyordu. Bu koşul ise Türkiye’nin uluslararası para fonunun (IMF) denetimine girmesi gerekiyordu. IMF’nin koşulları ise o günün Türkiye’si için yenilir yutulur cinsten değildi. Koşullar arasında paranın değeri düşürülerek devalüasyon yapılacak, başta petrol ürünleri olmak üzere bütün ürünlere büyük zamlar yapılacak, personel ücretlerine zam yapılmayacak ve dondurulacaktı. Sonuncu ve en önemli şart ise Türkiye’nin devlet korumasını bırakıp kapılarını ardına kadar açması ve serbest piyasa ekonomisine geçmesi isteniyordu. Artık karma ekonomi terk edilecek ve devletin ekonomi üzerindeki etkisi azaltılacaktı. Bütün bu koşulların yerine getirilip getirilmediğini ise Guadeloupe’da bu kararları alan ülkelerin seçeceği bir heyet tarafından kontrol altında tutulacaktı. Kısaca batı Türk ekonomisini gözaltına ve denetim altına alacaktı. Oysa böyle bir dev reforma ülke içinde yöneticisinden halkına kadar kimse hazırlıklı değildi. Bundan ötürü uluslararası para fonu ve dünya bankasıyla ilişkiler Türkiye kamuoyunda çok duyarlı bir konu haline gelmişti. Bu konuyla ilgili tartışmalar muhalefet partilerinde olduğu gibi cup içinde de fazlasıyla yaşanmaktaydı. Çünkü bu istekler herkes tarafından uluslararası düzenin belli başlı sömürü araçları olarak görülüyordu. Dolayısıyla hükümette ve CHP’de IMF koşullarına karşı müthiş bir tepki yaşanıyordu. Batılılar ise yardım için IMF’ye uyulmasını isteyerek kestirip attı. Eğer IMF koşulları kabul edilmezse Türkiye’ye bir kuruş dahi yardım yapılmayacaktı. Sonuç olarak batılıların dediği oldu ve ne yardım geldi, nede kredi verildi. O dönemde hükümet içerisinde bakanlık görevi üstlenmiş olan Hikmet Çetin cup içerisindeki görüşü çok açık şekilde ifade etmiştir;


’O dönemde IMF bizi güç durumda bırakmıştı. Çünkü ülke ekonomik olarak güç durumdaydı. İster istemez CHP’nin liberal bir politika yapması gerekiyordu. Ancak bahsi geçen liberal politikaya da cup kamuoyu hazır değildi. Bu yüzden IMF’nin öne sürdüğü koşullar sayın Bülent Ecevit tarafından kabul edilemedi.’’


Türkiye, IMF’nin koşullarını yerine getiremedi. Hükümet kime kredi veya para başvurusu yapsa aynı yanıtı alıyordu. Herkes ‘’Para fonu yani IMF ile anlaşın öyle gelin. Size istediğinizi öyle verelim’’ diyordu. Batılılardan bu cevaplar alınınca Müslüman ülkelere dönüldü. Ancak bu ülkelerde aynı yanıtı vererek Türkiye’nin isteklerini geri çevirdi. Libya’dan Suudi Arabistan’a kadar Türkiye’nin yakın müttefiki olan ülkeler dahi para vermek için ülkenin IMF denetimine girmesi koşulunu öne sürmeye başlamıştı. Bütün kapılar liberalizme hazır olmayan ve IMF şartlarına direnen hükümetin yüzüne kapanıyordu. Hükümetin para bulmak için tek çaresi kalmıştı. Elde Bulunan tek çare ise uluslararası tefeci piyasasına başvurmak oldu. Öyle bir gün geldi ki hükümet Cumhuriyet tarihinin o güne kadar ekonomik olarak en ağır anlaşmasını yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmada Türkiye en önemli varlığı olan silolarında bulunan bütün tarım ürünlerini 150 milyon dolarlık kredi karşılığında Whelss Fargo isimli Amerikan bankasına rehin etmek zorunda kaldı. Bu anlaşmanın haberi ise kamuoyunda bir bomba gibi patladı. Ekmeğini topraktan çıkartan Türkiye için bu karar aslında manevi bir yıkım anlamına geliyordu. Hükümet, halkın rızkını elaleme ipotek etmek zorunda kalmıştı. Bu anlaşmayla hükümette karışmıştı. Bütün bu gelişmeler zaten derme çatma olan hükümeti ve CHP’yi sarsmaya başladı. Parti, Whelss Fargo anlaşmasıyla iyice hiziplere bölünmeye başladı. Hedefte ise genel başkan Bülent Ecevit vardı. Çünkü ekonomideki başarısızlığın faturası başbakan Bülent Ecevit’e çıkartılmıştı. Hükümet içerisindeki bakanlar öyle başına buyruk davranıyordu ki hükümet içerisinde uyum diye bir şey kalmamıştı. Mesela başbakan genel idare kuruluna geldiği zaman sabahları resmi gazetede kendisinin haberi olmadığı bir takım maliye bakanlığı bildirileri ile karşılaşmaya başlamıştı. Kısaca bu örnekte görüldüğü gibi başbakan hükümet içerisindeki kontrolünü Kaybetmeye başlamıştı. Ayrıca bakanlarda birbirine düşmeye başlamıştı. Mesela Başbakan Yardımcısı Faruk Sükhan, Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar ile Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı’yı yolsuzluk yapmakla suçlamıştı. Bu suçlamalar üzerine İşgüzar hükümetten istifa etti. Bağımsız bakanlardan bazıları kabinedeki bir başka isimi, Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi’yi bölücülükle suçluyorlardı. Bu suçlamalar ise 1979 yılının nisan ayında Şerafettin Elçi’nin Hürriyet Gazetesi’nde verdiği demeçte belirttiği ‘’kürt sorununa’’ değinmesinden dolayı ortaya çıkmıştı. İşte Şerafettin Elçi’nin bu beyanatı o günün koşullarında ülke içerisinde toplumsal bir deprem yaratmış ve hükümet içerisindeki çatlağın derinleşmesine neden olmuştu. Ayrıca Türkiye’de ilk kez bir bakan Kürt meselesinin varlığından söz etmişti. Yaşanan siyasi deprem o kadar büyüktü ki Milli Güvenlik Kurulu bu açıklamadan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Zira güneydoğuda kaygı verici gelişmeler yaşanıyordu. Adına ‘’Apocular’’ diyen terör örgüt güneydoğuyu adeta kasıp kavurmaya başlamıştı.


***APOCULARIN İLK BÜYÜK EYLEMİ***


1979 yılının ramazan ayında Urfa’nın Siverek İlçesine bağlı Kırbaşlar mezrasında yolun hemen kıyısındaki bir evde iftar yemeği vardı. Adalet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak Aşiretinin reisi Celal Bucak kayınpederinin evine iftar için davet edilmişti. İftar yapılarak tam kahve faslına geçildiği sırada birden silahlar patlamaya başladı. Kurşun sesleri çığlıklara karıştı. Tam manasıyla mezrada kıyamet kopuyordu. Yaklaşık 300 Apocu militan mezranın hemen kıyısından geçen Urfa-Siverek karayoluna mevzilenmiş ve Celal Bucak’ın bulunduğu evi ateş altına almıştı. Bu saldırı Apocular’ın o güne kadar gerçekleştirdiği en büyük eylemdi. Apocular’ın amacı sadece Celal Bucak’ı öldürmek değil, bölgedeki tüm aşiretlere gözdağı vermekti. Çatışma saatlerce sürdü ve gün ışımadan hemen önce saldırganlar püskürtüldü. Bu çatışmanın arkasında ise 5 ölü ve 11 yaralı kaldı. Bu baskının ertesi günü Hilvan’da düzenlenen cenaze töreni Apocular’ın adeta gövde gösterisine dönüştü. Örgüt bayrakları her köşeye asıldı. Silahlı militanlar devlet dairelerini tatil ettirdiler ve binaların önünde nöbet tutmaya başladılar. Arka arkaya yaşanan bu iki gelişme Ankara’nın zirvesinin karışmasına neden oldu. Adalet partisi başkanı Süleyman Demirel bu saldırıyla ilgili olarak verdiği demeçlerde;


‘’Celal Bucak’a yöneltilmiş olan bu saldırı çok manidar bir hadisedir. Çünkü Celal Bucak o bölgede nüfuzlu bir arkadaşımızdır. Devletin yanında olduğu herkes tarafından bilinen celal bucağa bu hadise yöneltilebiliyorsa, bu saldırı devlete karşıda yönetilmiştir.’’ Diyordu.


Süleyman Demirel bu demeçleri vermekle kalmayıp, cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ve başbakan Bülent Ecevit’e birer mektup hazırlayarak yolladı. Bu mektupta özetle Demirel, Ecevit hükümetini duyarsız kalmakla suçluyor ve sıkıyönetimin teröre karşı etkisiz olduğunu vurguluyordu. Ecevit’in yanıtı ise iki lider arasındaki ‘’Körler-sağırlar diyaloğuna’’ tipik bir örnek teşkil ediyordu. Ecevit, Demirel’e cevap olarak ‘’Asıl olaylar sizin zamanınızda başlamıştır’’ suçlamasında bulunmuştu. Orduda, Demirel’in eleştirilerinden rahatsızdı. Saldırıya uğrayan Celal Bucak siyasilerden yeterli önlem ve desteği bulamayınca soluğu Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in yanında aldı. Kenan evren ile celal bucak arasında yapılan görüşmede celal bucak ‘’Ben hayatımdan endişe ediyor ve zor durumdayım.’’ Dedi. Kenan Evren ise ‘’Peki benden ne istiyorsun. Ben darbe mi yapayım?’’ diye sorunca Celal Bucak ‘’Ben sadece can güvenliğimin sağlanmasını istiyorum. Ben darbe yapmanızı ima etmedim.’’ Demiştir. Aslında ordu zaten Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde uzun zamandır alarmdaydı. Ordunun, hükümete ısrar etmesi neticesinde bölgenin altı ili daha sıkıyönetim kapsamına alındı. Komutanlar sık sık bölgeye gidiyordu. Bölgede incelemeler yapan Orgeneral Mehmet Kıral’da o günlerde büyük yankı yaratan bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin Türkiye’den kopmak üzere olduğu uyarısı yapılıyordu. Örgüt Hilvan’da kendi mahkemesini kurmuş, devletin hakimleri ve öğretmenlerini tehditlerle bölgeden kaçırıyordu. Örgüt ayrıca ciddi bir askeri güç olma yolunda ilerliyordu. Örgüt, ‘’Vietnam Vadisi’’ adını verdiği bölgede silah depoluyordu. Bu bölgelerde yapılan operasyonlarda 500‘e yakın roket ele geçirilmişti. En önemlisi ise son 2 yılda örgüt 243 cinayet işlemişti. Örgüt ileride kurmak istediği Kürt devletinin başkentini bile belirlemiş ve başkenti Diyarbakır olarak belirlemişti.


***ECEVİT HÜKÜMETİNİN DÜŞMESİ VE DEMİREL’İN YENİDEN İKTİDARA GELMESİ***



Aynı günlerde Ecevit hükümetine karşı yeni bir cephe daha açılmıştı. CHP’nin en önemli müttefiki olan disk iktidarın halka sürü muamelesi yaptığından şikayet etmeye başlayarak CHP’ye olan desteğini geri çekeceğini söylemeye başladı. Dolayısıyla disk ve çalışanlarını temsil eden tüm meslek kuruluşları Ecevit’ten uzaklaşmaya başladı. DİSK ile CHP arasındaki ipleri koparan olay ise 1 Mayıs 1979 günü düzenlenecek 1 Mayıs işçi bayramı oldu. 1 Mayıs’ta sıkıyönetim komutanlığının isteği üzerine taksimde işçi bayramı kutlamaları yasaklandı. DİSK ise bu yasağa direneceğini ilan etti. Dönemin disk genel sekreteri Fehmi Işıklar bu kararı nasıl aldıklarını şu şekilde beyan etmiştir;


’Biz 1 Mayıs’ı taksimde kutlama yapmak isterken, Sayın Bülent Ecevit kutlamaların İzmir’de yapılması konusunda ısrarcıydı. Ben ise Ecevit’e daha önce söylediği bir sözünü hatırlattım. 1977 yılının 3 Haziranında CHP taksimde bir miting düzenleyecekti. Demirel ise saldırı ve suikast duyumları alındığı için Ecevit’e bu mitingi iptal etmesini istemişti. Ecevit ise eşim Rahşan hanımla birlikte meydanda olacağım, isteyen vatandaşta meydanda gelebilir demişti. Ama vatandaşlarımı çağırmak istemiyorum demişti. Bu sözlere rağmen vatandaşlar mitinge katılmıştı. Ben Ecevit’e bunu hatırlattıktan sonra yaptığım açıklamada ‘’Sayın Ecevit bilmelidir ki işçi sınıfı Rahşan hanımdan daha korkak değildir.’’ dedim. Bundan dolayı bizde sendika olarak işçi sınıfını temsilen 1 Mayıs alanında olacaktık.’’ Demiştir.


Bu kararla iki taraf arasındaki yay iyice gerilmişti. Ecevit sendikalarla köprüleri atmış ve kimseye diyet borcu olmadığını iddia ediyordu. Sıkıyönetim komutanlığı 1 Mayıs günü bütün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan etti. Halk bu yasakla evine hapsolmuş, heyecanla gelişmeleri izliyordu. Sokağa ise Behice Boran’ın lideri olduğu Türkiye İşçi Partili’ler çıktı. Issız İstanbul sokaklarında 200 kişilik grup taksim meydanına doğru yürüyüşe geçti. Ecevit iktidarının yasağını delen bu grup polis tarafından tutuklandı. Otobüslere doldurulan bu grup birde otobüslerde dayak yedi.


Sendika ve solun hükümetten intikamı ise çok acı vericiydi. Ekim ayında gerçekleştirilen yerel idare seçimlerini devrimci grupların bir kısmı boykot etti. CHP ise seçimler neticesinde 5 önemli ili kaybetti. Özellikle CHP’nin kaybettiği 3 il solun kalesi olarak bilinen yerleşimlerdi. Tabi ki CHP yenilgisinin çok daha önemli nedenleri de vardı. CHP’nin seçimleri kaybetmesinin en temel nedenleri ise terör, yokluklar, karaborsa ve enflasyon halkı canından bezdirmiş ve CHP’ye karşı tepki doğurmuştu. Ecevit’in sonunu getirenlerin arasına sanayicilerde katılacaktı. 13 Mayıs 1979 günü gazetelerde yayınlanan tam sayfa ilanlarda Ecevit yerden yere vuruluyordu. Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) cumhuriyet tarihinde ilk defa görülen bir yöntemle ekonomik krizin tek nedeni olarak hükümeti gösteriyordu. Ecevit’in ilanlara tepkisi ise çok sert oldu. Ecevit, İş adamlarına karşı savcıları göreve çağırdı. Ecevit, ilerleyen yıllarda bu ilanın ardında Amerika olduğunu iddia edecek ve Bu ilanlarla hükümetlerinin düşürülmeye çalışıldığını iddia edecekti. TÜSİAD’ın yayınlattığı bu ilanlar aslında serbest piyasa ekonomisinin savunmak için hazırlanmış, ama fatura Ecevit’e kesilmişti. Bu gelişmelerle hükümet daha fazla dayanamadı ve istifa etti. Hükümetin istifa etmesiyle Süleyman Demirel 6. Kez başbakanlık koltuğuna oturmuş oldu.


Demirel bu kez sadece Adalet Partililerden oluşan bir azınlık hükümeti kurmayı seçmişti. Necmeddin Erbakan ise bu hükümeti kerhen destekleyecekti. Demirel hükümeti kurar kurmaz hemen kolları sıvadı. Henüz meclisten güvenoyu almadan ilk işi Milli Güvenlik Kuruluna toplantıya çağırmak oldu. Ancak toplantıda Demirel’i bir sürpriz bekliyordu. Milli güvenlik kurulu bildirisi zehir zemberek ifadeler taşıyordu. MGK bildirisinde terörün arttığı ve ülkenin parçalanmanın eşiğinde olduğu belirtiliyordu. Bir MGK bildirisinde ilk defa böyle bir dil kullanılmıştı. Demirel ise bu bildiri karşısında soğukkanlılığını kaybetmemişti. Demirel toplantıdan sonra genelkurmay başkanlığına giderek Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarıyla toplantı yaptı. Bu toplantı hakkında Demirel şu beyanatı vermiştir;


’Genelkurmay’da bana brifing verildikten sonra; ‘’Bunu durdurmanız lazım.’’ dedim. Sıkıyönetim komutanları dahil herkes görevini layıkıyla yerine getirmelidir. Benden eğer para istiyorsanız, para vereceğim. Adam istiyorsanız, adam vereceğim. Silah istiyorsanız, silah temini için gerekeni yapacağım. Yetki istiyorsanız yetkiyi de vereceğim. Ancak bu olayları sonlandırmamız lazım. Devlet sokağa mağlup olmamalıdır. Devlet hukuk çerçevesinde bu meseleyi biran önce çözmelidir. Sizden de istediğim bu meseleyi hukuk çerçevesinde çözmeniz.’’ Demiştir.


Komutanlar ise hazırlıklarını çoktan yapmıştı. Hem de öyle bir hazırlanmışlardı ki Demirel’den ne isteyeceklerine çoktan karar vermişlerdi. Komutanlar istekleri açıklamalarıyla tek tek masaya koymaya başladı. İlk istek ‘’vur emri’’ idi. İkinci istek sıkıyönetim mahkemelerinin görev ve yetkilerinin arttırılmasıydı. Komutanlara göre ihbar müessesi de mutlaka doğru şekilde çalıştırılmalıydı. Öğretmen, polis ve askerin siyasi faaliyetleri mutlaka yasaklanmalıydı. Son olarak karakolların kışla gibi yönetilmesi yönündeydi. Demirel’in bu isteklere itirazı yoktu. Ancak demokrasiye de ters düşecek bir karar almak istemiyordu. Bu düşünceler altında Demirel bir genelge yayınladı ve bütün kamu kuruluşlarından sıkıyönetime her türlü yardımın yapılmasını istedi. Demirel bu önlemlerle terörün duracağına ve askerinde rahatlayacağına kesin kanaat getirmişti. Ancak aradan geçen sürede bu yöntemlerinde pek yarar sağlamayacağı anlaşıldı. Daha 1980 yılının ilk aylarında doğudaki kış tatbikatında pek kimse önemsememiş, ancak ilk işaret verilmişti. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren teröre karşı tek çarenin silahlı kuvvetler olduğunu vurguladı. Kenan evren ‘’Bu işi bize bıraksalar 1 ay içerisinde hallederiz.’’ Dedi. Kenan Evren konuşmasını bitirdiğinde tüm subaylar heyecanlanmış ve Kenan Evren’i alkışlamıştı. İkinci işaret ise daha sert geldi. Kenan evren 30 ağustos zafer bayramı çerçevesinde yaptığı konuşmada;


’Sizlerde bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanınız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır ve siz onların hepsini biranda yok edebilecek güçtesiniz. Asıl sessizliğinizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı bir şekilde göreceklerdir.’’ Demiştir.


Kenan Evren üçüncü konuşmasını Genelkurmay Başkanlığındaki odasında tek bir kişiye 2. Başkan Orgeneral Haydar Saltuk’a yaptı. Bu konuşmada evren, Saltuk paşaya;


’Haydar paşa sen kurmay subaylardan ve güvendiğin iki kişi ile bir ekip kur. Sende bu ekibin başında bulun. Durumu tahkik ve takip edin. Bu tahkikat neticesinde bana bir rapor hazırlayın. Bu ülke neye doğru gidiyor bunu bir değerlendirmemiz lazım. Bu değerlendirme neticesinde acaba ne yapmalıyız ve nasıl hareket etmemiz lazım diye durum muhakemesine benzer bana zaman zaman bu ekip rapor versin.’’ Demiştir.


İşte bu sözler askeri bir müdahalenin ilk emri olarak addedilebilir. Artık saat kurulmuş ve zaman işlemeye başlamıştı. Aslında Kenan Evren 14 Ekim ara seçimlerinde bir ayaklanmadan korkuyordu. Evren’e göre Seçim sandıkları, dolayısıyla demokrasi tehlike içindeydi. Bu tehlikeyi savuşturacak tek güç ise ordudan başkası değildi. Haydar Saltuk çalışma grubunu kurarak tahkikata başladı. Genelkurmayın içinde dahi sadece bir avuç subayın dışında kimse bu grubu bilmeyecekti. Bu çalışma grubunun içerisinde bulunan Kurmay Albay Cumhur Evcil bir mülakatta gruba nasıl seçildiği ve çalıştıklarını şu şekilde anlatmıştı:


’O dönemde kurmay albay olarak görevimi yapıyordum. Sayın Orgeneral Haydar Saltuk beni davet etti ve içinde bulunduğumuz durum ile ilgili özel bir çalışma yapmamız gerektiğini iletti. Tabi ki bana böyle bir görev verilmesinden ötürü heyecanlandım ve duygulandım. Kısa süre içerisinde komutanımızın istediği çalışma grubunu oluşturduk ve gizli olarak sayın Haydar Saltuk ve bazı komutanlar dışında hiç kimsenin böyle bir çalışma yaptığımızdan haberi olmadan çalışmaya başladık. Biz devamlı komutanların ihtiyaç duyduğu fikirleri alternatifleriyle üreterek komutanlara sunduk.’’ Demiştir.


***ADRESİ MEÇHUL MEKTUP***


Kenan Evren’in beklediği gibi 14 Ekim seçimlerinde kimse ayaklanmadı. Ancak Kenan Evren’de çalışma grubunun çalışmalarını sonlandırması emrini de vermedi. Çünkü Evren’i kaygılandıran şartlarda herhangi bir değişiklik olmamıştı. Haydar Saltuk’un oluşturduğu çalışma grubu olanca gizliliğine rağmen genelkurmayda bazı subayların dikkatini çekmeye başlamıştı. Hatta şube başkanlarından birisi Kenan Evren’e çıkarak ‘’Saltuk Paşa iki kişilik bir çalışma grubu oluşturmuş; bu çalışma grubundan haberiniz var mı?’’ diye sormuş; Kenan Evren ise bu soruya ‘’Bu çalışma grubundan haberim var. Bu çalışma grubu ordunun mevcudunu küçültmek için raporlar hazırlıyor.’’ Diyerek genelkurmay içerisindeki generallerin endişelerini giderdi. Kenan Evren 1980 yılının arifesinde 1. Ordu Karargahının bulunduğu Selimiye Kışlasında tüm Ordu ve Kolordu Komutanlarının katılacağı bir toplantı yapmaya karar verdi. Toplantının yapılacağı gün Selimiye Kışlası için tarihi bir gündü. Toplantının gündemi ise ülkede yaşanan terör olaylarıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin terörle mücadelede yetersiz kaldığı görüşündeydi. Henüz askeri bir müdahale telaffuz edilmiyordu. Ama hükümetinde uyarılması gerekiyordu. Bu yüzden bir uyarı mektubu yazılmasına karar verildi. Bu mektup aslında sonun başlangıcıydı. Artık ordu siyasete ağırlığını koymanın vakti geldiğini siyasilere bu şekilde gösterecekti.


Askerlerin hükümeti ciddi şekilde ilk kez uyarmaları 1980 yılının başında gerçekleşti. Komutanlar Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir uyarı mektubu yolladılar. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Fahri Korutürk ile görüşmeye geldiğinde bahsi geçen mektubu kendisine sundu. Bu görüşme sırasında Kenan Evren, Fahri Korutürk’e hitaben


’Siz bizim büyüğümüzsünüz ve komutanımızsınız. Lütfen cumhurbaşkanlığınızı devam ettirmek suretiyle bu hareketin içerisinde olun ve bu uyarıları birlikte hayata geçirelim.’’ Dedi.


Korutürk, Evren’in bu sözleri üzerine


’Evet siz haklısınız. Ancak benim görev sürem dolmak üzere ve böyle bir hareket içerisinde olmam mümkün değil. Çünkü beni parlamento seçti. Dolayısıyla ben onlara karşı ve halkıma karşı sorumluyum. Parlamentonun seçtiği bir cumhurbaşkanı olarak böyle hareketin içerisinde olmam doğru olmaz. Ama siz buyurun bu idealinizi gerçekleştirin.’’ Demiştir.


Genelkurmay’ın, Cumhurbaşkanına verdiği mektubun üslubu çok sertti. Aslında mektup uyarıdan çok muhtırayı andırıyordu. Mektubun içinde ordunun teröre karşı açık tepki vardı. Askerler ‘’Ya terörü bitirirsiniz, ya da biz bitiririz.’’ diyorlardı. Ancak mektubun adresi yoktu. Bundan ötürü Türk siyasi tarihine ‘’adresi meçhul mektup yada muhtıra’’ olarak geçen olay gerçekleşmiş oldu. Bu nedenle de hiçbir siyasi veya hiçbir parti mektubun muhatabı olarak kendilerini görmedi. Açıkçası teröre karşı yaşanan başarısızlığı hiç kimse üstlenmek istemiyordu. Komutanların uyarı mektubundan en çok alınan ise yeni başbakan olmuş olan Süleyman Demirel oldu. Çünkü Süleyman Demirel muhtıra verildiğinde 35 günlük başbakandı. Süleyman Demirel’in teröre karşı zamana ihtiyacı vardı. Askerler yetkilerinin arttırılmasını istediğinde Süleyman Demirel bu isteklerin bazılarını kabul etmişti. Askerler silah ve mühimmat istediğinde Süleyman Demirel onu da vermişti. Süleyman Demirel bu konuda verdiği demeçlerde:


’25 Kasımda güvenoyu alan hükümete 35 gün sonra uyarı mektubu mu verilir? Ben bu mektubu neden üzerime alayım? Ben o zamana kadar olan işleri temizlemek için iktidar koltuğuna oturmuştum. İktidara geldiğimiz dönemde ben ne kandan sorumluydum, ne pahalılıktan, nede yolsuzluktan sorumluydum. Partimle birlikte parlamentonun içerisinden çıkarak hükümet kurmak için adım attım ve parlamentoda hükümetime güvenerek beni başa getirdi. Ayrıca bundan öncede halka giderek halktan da iktidar için güvenoyu almıştım. Şimdi askerler tarafından böyle bir uyarı mektubu veriliyorsa, bu mektubun muhatabı bizden önce terörü durduramayan ve ekonomiyi iyice sıkıntıya sokan partidir.’’ Demiştir.


Demirel her şeye rağmen iktidardan vazgeçmedi ve sıkıyönetim komutanlarıyla toplantılar düzenleyerek hükümet ile asker arasındaki buzları eritmeye çalıştı. Kısaca Demirel yapıcı ve arabulucu rolünü daha önceki dönemlerdeki gibi kullanmaya başladı. Demirel, sular durulduktan sonra uzun süredir üzerinde çalıştığı tarihi bir proje için inzivaya çekildi. Demirel inzivada iken basında Demirel’in hastalandığı ve evinde istirahat ettiği yazılmaya başladı. Demirel ise bir süredir gizli bir atılım üzerinde çalışıyordu. Haftalardır gizliden gizliye sürdürülen çalışmaların başında ise o dönemde halkın pek tanımadığı biri bulunuyordu. Yıllardır Süleyman Demirel ile birlikte çalışan bu kişi başbakan’a ‘’abi’’ olarak hitap eden bu kısa boylu, tıknaz ve kalın çerçeveli gözlüklü adam devlet planlama teşkilatı müsteşarı Turgut Özal idi. Turgut Özal’da, Süleyman Demirel gibi bir mühendis idi. Özal bir dönem Amerika’ya gitmiş, dünya bankasında ve Türkiye’de işveren örgütlerinde çalışmıştı. Özal, liberal ekonomiye inanıyor ve Türkiye’nin de liberal ekonomi sistemine geçmesi konusunda çalışıyordu.


Süleyman Demirel’in başında bulunduğu gizli atılım 24 Ocak 1980 tarihinde açıklandı. 24 Ocak kararları, Türkiye ekonomisinde kırılma noktasını temsil ediyordu. Ülkede yer yerinden oynadı. Türk ekonomisi ise büyük bir şok yaşadı. Halk şaşkındı. Çünkü Türkiye’nin 57 yıllık ekonomik rotası değişiyor ve Türk ekonomisi bambaşka bir yola giriyordu. Süleyman Demirel’in koyduğu hedefler ise çok iddialıydı. Demirel’in açıkladığı kararlarla Yokluk ve kıtlık ortadan kaldıracak, enflasyonu düşürülecek, fabrikalar çalışacak, hatta bir Alman-Japon mucizesi yaratılacaktı. Gerçekte ocak kararları uluslararası para fonunun o ünlü acı reçetelerinde işaret edilen değişikliklerin tam bir özetiydi. 24 Ocak kararlarıyla 57 yıldır uygulanan korumacı politikalardan vazgeçildi. İhracat teşvik edildi ve Türk Lirasının değeri dolar karşısında 47 liradan, 70 liraya düşürüldü. Bununla birlikte döviz kurları günlük olarak ayarlanmaya başlayacaktı. Faizler ise devlet tarafından serbest bırakıldı. Yabancı sermayeye kapılar sonuna kadar açıldı ve sermaye girişi için kolaylıklar sağlandı. Memurların ücretlerindeki artışa ve tarımda da destekleme alımlarına sınırlama getirildi. Kısaca Türkiye ekonomisi liberalizme kapılarını sonuna kadar açtı. Artık Türkiye artık duvarlarını yıkıyor ve IMF’nin istediği gibi dış dünyaya açılıyordu. Liberal ekonomiye geçilir geçilmez grevler de ertelendi ve işliler ile memurlar piyasanın rekabet çarklarına itildi. Bu kararların hemen arkasından Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir zam furyası geldi. Bu zamlarda akaryakıta %120, gübreye %400, kağıda %300, elektriğe %120 ve toplu taşımacılığa %100 gibi muazzam zamlar geldi. 24 Ocak kararlarına ilk tepki tabi ki CHP lideri Bülent Ecevit tarafından verilmişti. Ecevit, serbest ekonomiye böyle hızlı bir geçişin dengeleri bozabileceğini, ayaklanmalara dahi yol açabileceğini öne sürdü. Bütün tepkilere karşın Demirel ilk olarak meclisi değil Genelkurmayı ikna etmeyi seçti. Artık ordunun siyasi hayattaki ağırlığı açıkça hissediliyordu. Bu gerçeği bilen başbakan Demirel 24 Ocak kararlarını anlatılması amacıyla komutanlara üç brifing verdirdi. Bu brifingleri bu çalışmanın kilit noktasında olan Turgut Özal verecekti. Askerler Demirel’in ekonomik programından tatmin olmuş; ancak terörle mücadeleden halen hiç memnun değillerdi. Askerler halen yetki istiyordu, ama önemli kanunlar meclise takılmıştı. Sıkıyönetim kanunda değişiklik, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması ve olağanüstü hal yasaları halen meclisten çıkmamıştı.


***TARİŞ OLAYLARI***


Askerlerle siviller arasında yetki kavgası sürerken sokaktaki kavga günde 20 can alıyordu. 1979 yılında yaşanan çatışmalarda toplamda 1252 ölü ve 5400 yaralı ile kapanmıştı. Ancak gelen yıl gideni de aratıyordu. 1980 yılı toplu çatışmalara ve katliamlara sahne oluyordu.


1980 yılında ilk büyük olay İzmir’de patladı. Adalet Partisi’nin 24 Ocak kararları çerçevesinde İzmir’de bulunan TARİŞ fabrikalarında çalışan 178 kişi işten çıkartıldı. Bu işten çıkartmalara tepki gösteren işçiler ise eylem yapmaya başladı. İşçiler fabrikaları işgal etti. İşçiler fabrikayı işgal ettikten sonra üniversite öğrencileri işçileri desteklemek için boykot ve gösterilere başladı. Bu boykot ve gösterilerden sonra dalga dalga bütün İzmir’i sarmaya başladı. Artık sokakların hakimi işçiler ve öğrencilerdi. Hükümet ise bu direniş karşısında çaresiz kalmıştı. Demirel iktidarının başlangıcında teröre karşı ilk yenilgisini İzmir’de tadıyordu. 22 Ocak günü işgal edilen fabrikalarda silah ve patlayıcı depolandığı ihbarı üzerine polis TARİŞ’e baskında bulundu. Bu baskında polis ile işçiler arasında muazzam çatışmalar çıktı. Bu çatışmalar ise 2 gün sürdü. 2. Günün sonunda fabrikalar boşaltılmış ve fabrikaları işgal eden işçiler temizlenmişti. Hükümet tam olayların bittiğini zannederken çatışmalar bir metastaz yapan bir virüs gibi hızla kentin diğer semtlerine yayılmaya başladı. Olaylar sırasında yollar kesildi ve barikatlar kurulmaya başlandı. Bu eylemlere başka fabrikalarda katılmaya başladı. Adeta İzmir içerisinde bir iç savaş yaşanıyor ve şehrin varoşları alev alev yanıyordu. Bu çatışmalar ise tam 2 hafta sürdü. Devrimci gruplar ünlü şehir içi gerilla taktikleri uyguluyor ve gecekondu mahallelerinin arka sokaklarında polise karşı direniyorlardı. Sonunda devreye asker girdi. Askerin gelmesiyle olaylar son buldu. Olayların bilançosu ise korkunçtu; 3’ü polis olmak üzere 4 ölü ve binlerce yaralı vardı. TARİŞ olaylarında korkulan olmuş ve askerlerle işçiler karşı karşıya gelmişti. Olaylar genelkurmayda bulunan komutanların kafasındaki müdahale kararını biraz daha pekiştirmişti. Çünkü olan bu gelişmeler komutanların gözünde bir ayaklanma işaretiydi ve bu ayaklanmaların başka bölgelere yayılmasından çekiniyorlardı. Onun için komutanlar her duruma karşı hazırlıklı olmak istiyorlardı. Hazırlıkları Haydar Saltuk başkanlığındaki çalışma grubu sürdürüyordu. Bu grubun yazdığı bir rapor iç savaşın adım adım yaklaştığını vurguluyordu. İç savaş uyarısı geçmişte siyasetçiler tarafından defalarca tekrarlanmıştı. Ancak bu raporda öyle bir bölüm vardı ki komutanların dahi tüyleri diken diken olmuştu. Bu raporda komutanları endişelendiren durum, Ülkede yaşanan kamplaşmanın orduya da sirayet ettiği ve silahlı kuvvetlerin bölünebileceği belirtilmişti. Artık zaman sadece ülkenin değil ordunun da aleyhine işliyordu. Bu raporla birlikte Kenan Evren müdahale hazırlıklarının hızlandırılmasını emretti. Bu hazırlıklarda ise hiçbir ayrıntı unutulmamalıydı. Bu ayrıntılar içerisinde askerler devleti nasıl yöneteceklerini tüm detaylarıyla hesaplamaya başladılar. Aynı günlerde devletin tepesinde de sıkıntılı günler yaşanıyordu.


***FAHRİ KORUTÜRK SONRASI SEÇİLEMEYEN CUMHURBAŞKANI***


Aynı dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanını arıyordu. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi 6 Nisan 1980 günü sona erecekti. Peki devletin zirvesine kim oturacaktı. Meclis aritmetiğine göre her üç oydan birisini alan Çankaya’nın yeni sahibi olacaktı. Ancak iş o kadar kolay değildi. Zira mecliste hiçbir parti cumhurbaşkanı seçecek çoğunluğa sahip değildi. Seçim günü gelip çattığında bütün Türkiye nefesini tutmuş ve yeni cumhurbaşkanını selamlamaya hazırlanıyordu. Oysa meclisin iki büyük partisi daha adaylarını bile belirlememişti. Aslında 1980 yılının mart ayında cumhurbaşkanlığı seçimi olacağı 1973 Martından beri belliydi. Ama ne Adalet Partisi, nede CHP aday dahi belirlememişti. Bu duruma sorumsuzluk mu denir? Gündemdeki olaylara liderlerin kendini kaptırması mı denir? Bilemiyorum Altan… Dolayısıyla 22 Mart günü adaylar ortada olmadığı için seçim de yapılamadı. 6 Nisan’da cumhurbaşkanı Fehmi Korutürk görev süresini tamamlayıp görevinden ayrıldı. Korutürk’ün ayrılmasıyla devlet başsız kalmıştı. Korutürk’ün yerine vekalet olarak senato başkanı ve Adalet Partisi’nin en önemli ismilerinden olan İhsan Sabri Çağlayangil cumhurbaşkanlığına vekalet etmeye başladı. Daha sonra iki partide adaylarını belirledi. Adalet Partisi’nin adayı Saadettin Bilgiç, CHP’nin adayı ise 12 Mart’ın şahin komutanı MUHSİN Batur’du. Ancak her iki adayda bir türlü yeterli oyu toplayamıyordu. Bir süre sonra Adalet Partisi taktik ve aday değiştirdi. Adalet Partisi’nin yeni adayı emekli Orgeneral Faik Türün’dü. Böylece 12 Mart döneminin iki önemli generali 9 yıl sonra bu kez cumhurbaşkanlığı yarışında karşı karşıya gelmişti. Yapılan turlar arasında bir ara Muhsin Batur’un cumhurbaşkanı seçilmesine ramak kalmıştı. O turda batur 303 oy almıştı. Eğer Batur 15 oy daha alsaydı Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı olacaktı. Batur’un oyları açıklandığında TSK’nın komuta kademesi güneydoğudaydı. Komutanlar ise bu sonuçtan tedirgin olmuştu. Dönemin İçişleri Bakanı Orhan Eren ise bu tedirginliği ilk fark edenlerden birisiydi. Orhan Eren o günü şu şekilde tarif etmektedir:


’Bir ara paşaların hepsi toplantı yaptığımız odadan dışarı çıktı. Sonra Celasun Paşa yanıma geldi ve ‘’Yarın sabah biz anakaraya hareket ediyoruz. Çünkü Muhsin Paşa herhalde cumhurbaşkanlığına seçilecek…’’ Dedi. Ben ise ‘’Endişe etmeyin. 303 oyu almış olabilir ama seçilemez. Çünkü seçilmek için gerekli rakama meclisin şuan ki aritmetiğinde ulaşması imkansız ’’ Dedim.’’


Komutanlar siyasi istikrarsızlığın askeri müdahaleye zemin hazırlayacağını biliyorlardı. Dahası Çankaya’da çiçeği burnunda bir emekli orgeneral otururken darbe yapmanın riskli olacağını da düşünüyorlardı. Partilerin inadı nedeniyle adaylar değişse de cumhurbaşkanı bir türlü seçilemez olmuştu. Meclis cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı adeta kitlenmişti. Bir süre sonra iş öyle bir noktaya geldi ki kamuoyu da bu seçim ile ilgilenmez olmuştu. Çünkü cumhurbaşkanı 25 turdur halen seçilememişti. Bu yüzden seçim gazetelerde tek sütunluk haberler olarak yayınlanmaya başladı. Tek çözüm Ecevit ve Demirel’in uzlaşmasında yatıyordu. Ancak her iki liderde o yıllarda ateş ile su kadar birbirine uzaktı. Bir liderin ak dediğine, diğer lider kara diyordu. Ecevit’e göre en çok oy alan adaya iki partide oy vermeliydi. Demirel ise Ecevit’in aksine sandığa gitmekten yanaydı ve Cumhurbaşkanını halk seçmeliydi. Demirel ikinci seçenek olarak hükümetin istifa ederek erken seçime gitmeyi öneriyordu. Siyasetçiler arasındaki bu kavga ordunun komuta kademesinde öfkeye neden oluyordu. Bu öfkenin varacağı noktada açıkça dile getirilmeye başlamıştı. Bunu açıkça dile getiren komutanların başında ise Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu bulunuyordu. Bülent Ulusu ser bir üslupla ‘’bu durum böyle devam ederse müdahalede bulunacağız.’’ şeklinde açıklamalarda bulunuyordu. Artık askerler ile siyasetçiler arasında baş döndüren bir sinir harbi yaşanmaya başlamıştı. Bu harpte askerlerin ve sivillerin hamleleri birbirini izliyordu. Her iki tarafta diğerinin zayıf noktalarından vurmaya çalışıyor ve psikolojik bir üstünlük kurmaya çalışıyordu. Bir gün Genelkurmay Başkanı Kenan Evren Hariciye köşküne çağrıldı ve Başbakan Süleyman Demirel soğuk bir ifadeyle konuyu hemen Güneydoğuya getirdi. Demirel, Kenan Evren’e bölgede terörün neden önlemediğini sordu. Aslında Evren, Demirel’in mesajını almıştı. Başbakan bölgedeki sıkıyönetim komutanının değiştirilmesini ima ediyordu. Kenan Evren ise komutanların en iyi şekilde çalıştığını başbakana ileterek Demirel’in isteğini örtülü olarak reddetti. Bunun üzerine başbakan ikinci hamlesini yaparak, Özel Harp Dairesi’nin terörle mücadelede kullanılmasını istedi. Evren, başbakanın bu isteğini de reddetti. Çünkü Özel Harp Dairesi’nin yeniden Kontrgerilla söylentileriyle yıpratılmasına müsaade edemeyeceğini söyledi. İki taraf arasındaki toplantı bitmek üzereydi ki bu kez evren söz aldı ve başbakanı en çok rahatsız eden soruyu sordu: ‘’cumhurbaşkanı seçimi ne olacak?’’ dedi. Demirel ise her siyasetçi gibi Bu sorunun bir an önce halledileceğini Evren’e iletti. Görüşme bittiğinde her iki tarafında sinirleri bir yay gibi gerilmişti. Evren bu görüşmeden çıkar çıkmaz Genelkurmay’a gitti. Özellikle başbakanın sıkıyönetim komutanlarını değiştirmek istemesi Evren’i rahatsız etmişti. Evren genelkurmay binasına girer girmez 2. Başkan Haydar Saltuk’u çağırdı ve müdahale için gerekli çalışmaları hızlandırması emrini verdi. Kenan Evren, Demirel ile yaptığı görüşmeden hemen sonra NATO toplantılarına katılmak için Brüksel’e hareket etti. Brüksel’den döndüğünde ise uçaktan iner inmez Yeşilköy havalimanında siyasilere karşı zehir zemberek açıklamalarda bulundu. Evren yaptığı açıklamalarda cumhurbaşkanının seçilememesine duydukları öfkeyi dile getirdi. Evren’in bu sert üslubu gazetelere 1. Sayfadan manşet oldu; ama siyasiler bu açıklamaları pek önemsemedi. Hatta bazı siyasiler, meclisin iradesine müdahale olduğu gerekçesiyle Evren’i eleştirmekten geri kalmadı.


***ÇORUM OLAYLARI VE FSTSA’DA KURULAN HALK İKTİDARI***


Mecliste cumhurbaşkanlığı için yapılan nafile turların sürdüğü sıralarda meclisin hemen karşısında bulunan Genelkurmay karargahında bir toplantı yapılıyordu. Bu toplantı Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanları arasındaydı. Bu toplantı müdahale kararının dönüm noktasını oluşturacaktı. Komutanlar arasındaki toplantı pek uzun sürmedi ve komutanlar karargahlarına dağıldı. Toplantı neticesinde ise müdahale karar verilmiş ve bütün hazırlıkların Temmuz’un ilk haftasına kadar bitirilecekti. Bu 5 komutan tarihi sırlarını bütün Ordu ve Kolordu Komutanlarına açmaya da karar vermişti. Bu kapsamda genelkurmay bahsi geçen tüm komutanları karargâhta toplantıya çağırdı. Toplantıya katılan komutanlardan birisi olan adana sıkıyönetim komutanı olan Korgeneral Nevzat Bölügiray gerçekleştirilen toplantıyı şu şekilde anlatmıştır:


’Sıkıyönetim komutanı arkadaşlarla beraber genelkurmay karargahında toplantıya gittik. Bütün komutanlar geldikten sonra kapılar kapatıldı ve toplantıya geçildi. Toplantıda genelkurmay başkanı Kenan Evren söz alarak ‘’Arkadaşlar ben kuvvet komutanlarıyla beraber müdahale yapmaya karar verdik. Şimdi sizin fikirlerinizi soruyorum.’’ Dedi. Askerlik kurumunda bir komutan karar verdikten sonra ast rütbeliler fikir beyan etmez. O yüzden komutanımızın verdiği karar katıldığımızı söyledik.’’ Demiştir.


Artık ok yaydan çıkmış ihtilalin emir komuta zinciri kurulmuştu. Yapılacak müdahalenin gerekçesi de açıktı. Ülkede akan kanı sadece ordu durdurabilirdi. Aynı günlerde sıkıyönetim uygulamasına karşın sanki birileri yangına körükle gidiyordu. Terör Türkiye’nin dört bir yanında her gün onlarca insanın canını alıyordu. 27 Mayıs 1980 günü MHP’nin önde gelen isimlerinden olan genel başkan yardımcısı Gün Sazak öldürüldü. Bu suikastin hemen ertesinde ise MHP’liler için en önemli illerden birisi olan Çorum’da olaylar başladı. Çorum’da yaşanan olaylar tanıdık ve aynı ölçüde de ürkütücüydü. Çünkü Kahramanmaraş, Malatya ve Sivas’ta uygulanan senaryonun aynısı Çorum dada sahneye konuluyordu. İlk önce kent merkezindeki Alevilere ait işyerlerine, daha sonra alevi mahallelerine saldırılar başladı. Bu olaylarda çıkan ilk bilanço sonraki katliamın adeta habercisiydi. Bu olaylarda 4 kişi ölmüş ve birçok kişi yaralanmıştı. Ayrıca 100’den fazla ev ve işyeri kullanılamaz hale getirilmişti. Korku ve kin ise kenti tam manasıyla ikiye bölmüştü. Solcu ve aleviler kendi mahallelerine, sağcı ve sunniler ise kendi bölgelerine çekilerek barikatlar kurmaya başladı ve silahlanmaya başladılar. Oyunun ikinci sahnesi yine tanıdık ve Diğer şehirlerde yayılan söylentiler gibiydi. Alaaddin camiine bomba atıldığı iddiası diğer camilerin hoparlörlerinden kente duyurulmaya başlandı. Camilerde ise cihat çağrıları yapılmaya başlandı. Şehirde yine suların zehirlendiği iddiası dalga dalga çoruma yayıldı. Artık olacak şiddetin fitili ateşlenmiş ve çatışmaların başlaması an meselesiydi. Biranda ortaya çıkan silahlı kişiler alevi mahallelerini uzun namlulu silahlarla taramaya başlamıştı. Aleviler ise bu kez hazırlıklıydı. Çünkü Kahramanmaraş’ta yaşanan olaylar aleviler ve solcular arasında ders niteliğindeydi. Yaşanan bu gelişmelerin Kahramanmaraş’taki gibi olacağını bilen alevi mahalleleri silahlanıp barikatlar kurmuş ve saldırganlara karşılık vermeye başlamıştı. Bu yaşananlar tam bir iç savaş durumuydu. Her iki tarafta kendi aralarında cepheler oluşturarak, cepheler arası mermi veya silah takviyesi gerektiğini birbirlerine iletmişti. Ayrıca tarafların birbirlerinin cephesine sızmasının engellenmesi için işaret ve parolalar kullanılmaya başlanmıştı. Çatışmaların başlamasıyla kentin dış dünya ile bağlantısı tamamen koptu. Kentte elektrikler kesilmiş ve dış dünya ile bağlantısını sağlayan telefonlar kullanılamıyordu. Çorumda nefret öylesine kol geziyordu ki yangınların söndürülmesine engel olmak için itfaiye hortumları bile kesilmişti. Sonunda askeri birlikler imdada yetişti. Amasya 15. Piyade Tugay komutanlığına bağlı askerler Çorum’a ulaştı ve askeri jetler kent üzerinde alçak uçuşa başladı. Olayları bastırmak için gelen birliğin başında bulunan Şehabettin Esengül kente girdikten sonra gördüklerini şu şekilde aktarmaktadır:


‘’ Daha şehire girer girmez bir dehşet manzarası ile karşılaştık. Bu manzara karşısında hayretler içerisinde kaldım ve fevkalade üzüldüm. Şehirin bir tarafında tahrip olmuş dükkanlar, öteki tarafta ise alevi kesimin bulunduğu bölge barikatlarla çevrilmişti.



Kentin alevi mahallelerinde panik vardı. Barikatların gerisinde bulunan alevi halk polise ve askere dahi güvenmiyordu. Oysa çorumda sükûnetin sağlanması için bu barikatların kaldırılması şarttı.’’


İşte bu sırada Tuğgeneral Esengül’ün yanına bir sağ görüşlü bir politikacı yaklaşarak ‘’Barikatları yarın ve arkasında bulunan halkı bertaraf edersiniz. Bu işte kısa sürede böylece bitmiş olur.’’ Dedi. Politikacının söylediği ‘bertaraf’’ sözcüğü esasen katliam anlamına geliyordu. Saldırıya uğrayan Alevilerde silahlanmıştı. Ordudan ise silahlanan bu Alevilerin silahsızlandırılması isteniyordu. Aslında Tuğgeneral Esengül sadece politikacılara değil, kendi komutanlarına da gerçeği anlatmakta güçlük çekiyordu. Zira söylentiler öylesine yayılmıştı ki üst birlik komutanları bile bu söylentilere inanır olmuştu. Bu durumu Şehabettin Esengül şu şekilde anlatmaktadır:


’Üst birlik komutanları bu söylentilerin gerçek olmadığına ilk başta inanmadılar. Çünkü istihbarat elemanları gayet net biçimde komutanlara ‘’Alaaddin camii şuan yanıyor.’’ Demişti. Ben ise caminin yanında bu istihbaratın yanlış olduğunu komutanlara anlatmaya çalışıyordum. Ben komutanlara ‘’cami burada ve tam önümde sapasağlam duruyor. Bana mı, yoksa burada olmayan istihbarata mı inanıyorsunuz.’’ Dedikten sonra komutanlar bana itimat ederek caminin yanmadığına kanaat getirdiler.’’


Ancak bu söylentilere inananlarda vardı. Sağ ile sol kavgasıyla istedikleri sonucu alamayanlar şimdi kanlı katliamlara ve mezhep kışkırtmalarıyla isteklerine ulaşmayı hedefliyordu. Sağcı militanların elinde 3 saat rehin kalan gazeteci Saygı Öztürk çorumda yaşanan katliamın en yakın tanıklarından birisiydi:


’Bulunduğum yerde nereden geldiği belli olmayan kurşunlar başımın üzerinden geçiyordu. Bu çatışmanın ortasında beni bir grup yakalayıp SSK hastanesine götürdü ve bodrum kata indirdiler. Beni yakalayan grubun kısa zamanda ülkücüler olduğunu anladım ve hastanede bu grubun kalesiydi. Ülkücülerin tüm eylem kararları ile nereye saldıracakları bu karargahta alınıyordu. Mesela öldürülen bir kişinin üzerine kızgın demirle bir partinin isminin baş harfleri yazıldığını görmüştüm. Bunun gibi canice birçok sahneye orada şahit oldum. Daha sonra meslektaşlarımın rehin tutulduğumu askerlere haber vermesiyle askerler beni oradan kurtardılar.’’ Demiştir.


Olaylar yatıştığında birçok kişinin kaçırılarak öldürüldüğü anlaşıldı. Bu iç savaşta şehirdeki ölü sayısı ise 33’dü. Öldürülenlerin birçoğu akıl almaz işkencelerle öldürülmüş ve boş arazilere atılmıştı. İşkence sahneleri korku filmlerini aratmayacak vahşilikteydi. Örneğin minibüse bindirilerek götürülen rehineler, minibüsten indirilerek çivili sopalarla öldüresiye dövülüp, orada bırakılıyordu.


Ordunun Fatsa ilçesinin belediye başkanı olan terzi fikri olarak tanınan fikri sönmezdi. Terzi fikri 1979 ara seçimlerinde arkasına devrimci-yol (DEV-YOL) desteğini alarak belediye başkanı seçilmişti. Bu seçimlerde bütün partilerin oy oranından daha çok oy alarak belediye başkanlığına gelmişti. Fikri Sönmez ortaokul mezunu, hemen herkesi tanıyan, spor yapan ve sosyal ilişkileri güçlü bir kişiydi. Terzi Fikri asıl ününü karaborsa baskınlarla halka dağıttığı mallarla yapmıştı. Hal böyle olunca o dönemde yağ, şeker vb. temel ihtiyaç maddelerini bulamayan halk arasında Fikri Sönmez ve arkadaşlarını desteklemeye başladı. Dolayısıyla DEV-YOL sokağa ve sandık başlarına halkın bu desteğiyle daha hakim olmaya başladı. Bundan ötürü hiçbir siyasi parti Fikri Sönmez’in karşısına aday çıkartmaya dahi cesaret edemedi. Terzi Fikri başkan seçildikten sonra Fatsa’da 11 halk komitesi kurdu. Yönetimde bu komiteler aracılığıyla yürütülmeye başladı. Komiteler arası yapılan toplantılarda ilçe için yapılacak tüm çalışmalara halkın katılması kararı alınıyor ve herkes kazma, küreklerle altyapı işi gibi işlerde çalışıyordu. Ancak yapılan bu işler kanun çerçevesinde gerçekleşmiyordu. Çünkü yapılan işlerde istimlak prosedürüne bağlı arsa sahiplerine para ödenmesi gerekirken, bu işlemler yapılmadan doğrudan girişilen işlerde mağdur olan vatandaşlarda oluyordu. Ayrıca ilçeye giriş ve çıkışlarda halk komitelerinin kontrolü altındaydı. İlçeye girmek isteyen gazeteciler bile uzun süre sorgulandıktan sonra ilçeye alınıyordu. Gazeteci Erhan Akyıldız ilçeye girişte ve ilçe içerisinde yaşadıklarını çok güzel aktarmaktadır;


’ilçenin otogarına indiğimiz ve valizlerimizle uğraşırken yanımıza iki genç geldi. Gençler ‘’Fatsaya neden geldiniz?’’ gibi birkaç soru sorduktan sonra bizde araştırma yaptığımızı ve makale yazmak için geldiğimizi söyledikten sonra bizi arabayla belediyeye götürdüler. Belediyede 6-7 saatlik bir sorgulama sonrasında ikna oldular ve ilçeye girişimize onay verdiler. İlçede o sırada şenlikler vardı. Bizde şenlik alanına giderek halkın arasına karıştık. Karşımda Yaşamım boyunca aklımdan çıkmayacak bir manzara vardı. Bu şenlik, Türkiye’nin o günlerdeki dramatik yapısını yansıtan en ilginç manzaralardan birisiydi. Şenliklerde 5-6 yaşındaki çocuklardan 70 yaşındaki nine ve dedelere kadar her kesimden insan toplanmış ve sol yumrukları havada devrim andı içiyordu. Şenlik alanının dört tarafı geçmişte yaşamını yitirmiş devrimcilerin poster ve resimleriyle süslenmişti.’’


Terzi Fikri ilçede ‘’halk iktidarını’’ kurduğunu iddia ediyordu. Aslında Fatsa DEVRİMCİ-YOL hareketinin laboratuvarıydı. Bu laboratuvarda ise Terzi Fikri sosyalist iktidarın çekirdeğini kurmuştu. Hatta Kenen Evren, Karadeniz ziyaretlerini gerçekleştirirken samsundan Artvin’e doğru gitmeden önce helikopterlerin Fatsa’nın üzerinden geçerken yüksekten uçması istenmiş, aksi halde helikopterlere ilçeden ateş edilebileceği Kenan Evren’e iletilmişti. Ordunun dahi çekindiği Fatsa’ya bakanlar kurulunun aldığı karar ve Kenan Evren’in emriyle bir gece vakti operasyon yapıldı. Bu operasyonda büyük bir askeri güç, tank ve helikopterler eşliğinde ilçeye girdi. Ordunun güçlü bir direniş beklentisi vardı. Oysa ordunun beklentisi gerçekleşmedi ve ilçede hiçbir direniş gerçekleşmedi. Bu harekat sırasında birdenbire ortaya çıkan yüzleri maskeli kişilerin ihbar ettiği 300 kişi gözaltına alındı. Bu tutuklamaların arasında İlçe Belediye başkanı olan Fikri Sönmez’de vardı. Tutuklamalarla birlikte 2000 sanığı bulan DEV-YOL davası açıldı. Ancak ilerde davada sanık olan çoğu kişi beraat etti. Fatsa operasyonu ile Türkiye’nin ilk sosyalist ilçe devleti tarihin tozlu sayfalarındaki yerini aldı.


***BAYRAK HAREKATININ UYGULAMAYA KONULMASI***


1980 yılının yaz aylarında Türkiye’de terör doruk noktasına ulaşmıştı. Artık ülkede siyasi cinayetler biçim değiştirmiş ve bir kan davasına dönüşmüştü. Cenazelerde duyulan ‘’kanı yerde kalmayacak’’ sloganı gerçeğe dönüştürülüyor ve her gün bir devrimcilerden, bir ülkücülerden vatandaş öldürülüyordu. Artarda yaşanan üç önemli kişinin suikasti ise bu sloganı adeta gerçeğe dönüştürüyordu. İlk suikast CHP Milletvekili Abdurahman Köksaloğlu işyerinde silahla öldürüldü. Ardından 19 Temmuz 1980 tarihinde Türk siyasetinin en ünlü simalarından birisi olan ve 12 Mart dönemi başbakanı Nihat Erim İstanbul Dragos’ta ki evinin önünde vurularak öldürüldü. Türkiye bu cinayetle adeta şok olmuştu. Çünkü bu cinayet o güne kadar anarşistlerin öldürmeye cesaret edebileceği zirvedeki en önemli kişiydi. MADEN-İŞ sendikasının Genel Başkanı ve DİSK’in eski lideri Kemal Türkler’de bu haberi arabasında öğrenmiş ve eşine ‘’bakalım karşılığında kimi alacaklar?’’ dedi. Terör ise karşılığında Kemal türkler’i aldı. Türkler Nihat Erim cinayetinden 3 gün sonra evinin önünde arabasına bindiği sırada vurularak öldürüldü. Bu cinayetlerin arasında ordu kendini birleştirici tek unsur olarak görüyordu. Komutanlar Terörü önleyecek ve ülkeyi bölünmekten kurtaracak tek yetkili merciinin ordu olduğuna inanıyordu. Asker için müdahale kaçınılmazdı. İşte bu görüş çerçevesinde 16 Haziran günü sıkıyönetim toplantısında komutanlar biran önce başbakan Demirel’in toplantıyı terk etmesini bekliyordu. Çünkü Demirel toplantıdan ayrıldıktan sonra komutanlar başka bir toplantıya geçecekti. Komutanların yapacağı bu toplantı ise ülke yönetimine müdahale ile ilgili olacaktı. Toplantıda müdahalenin nasıl yapılacağının son şekli verilecekti. Gerçekleştirilecek müdahaleye ise ‘’Bayrak Harekatı’’ ismi verilmişti. Toplantı neticesinde oluşturulan plan ise aynı gün karargahlara ‘’çok gizli’’ ibaresiyle ulaştırıldı. Genelkurmay istihbarat başkanlığına bağlı subaylar bütün sıkıyönetim komutanlıklarına giderek bayrak harekatı’nın tüm detaylarının anlatıldığı kırmızı kaplı dosyada bayağı kalın bir dosyayı verdi.


Kenan Evren harekat gününü 11 Temmuz 1980 olarak belirlemişti. Bu tarihin belirlemesinin nedeni ise 3 Temmuz günü CHP hükümeti düşürmek için meclise bir gensoru vermesiydi. MS lideri Necmeddin Erbakan’da ‘’Kadayıfın altı kızardı.’’ Diyerek bu gensoruyu destekleyeceği sinyalini vermişti. Hükümet düşerse müdahale daha kolay olacaktı. 3 Temmuz günü mecliste Demirel hükümeti hakkında güven oylaması yapılırken Türkiye’nin kaderi bu oylamaya bağlıydı. Komutanlar, hükümetin düşmesiyle düğmeye basacak ve harekatı gerçekleştirecekti. Oysa bu oylamanın sonucu beklendiği gibi çıkmadı. Demirel hükümeti güvenoyu almayı başardı. MS, CHP’ye oyun oynamış ve sözünü tutmayarak Demirel hükümetinin düşüşünü engellemişti. Hükümetin düşmemesi Demirel’e rahat nefes aldırdı. Ancak hiç kimse bir müdahalenin eşiğinden döndüğünün farkında değildi. Evren, güvenoyu almış bir hükümete karşı darbe yapılmasının bütün çevreler tarafından hoş karşılanmayacağını biliyordu. Sonuç olarak 11 Temmuz müdahalesinden vazgeçildi. Ancak müdahale kararından vazgeçilmesi başka sorunları da beraberinde getiriyordu. Zira askerler için terfi ve emeklilik dönemi Ağustos’ta gerçekleşecekti. Temmuz ayında darbeye katılacak subayların 1 ay sonra emekli edilmeleri ciddi sorunlar yaratabilirdi. Evren terfi edemeyen subayların dosyaları alıp hükümete iletmesinden çekiniyordu. Buna çözüm olarak tüm komutanlıklardaki dosyalar genelkurmay tarafından geri istendi ve rafa kaldırıldı.


Ancak Evren ve arkadaşlarının yukarıda zikrettiğimiz korkuları gerçekleşmedi. Ağustos ayında gerçekleşen Yüksek Askeri Şura toplantısı komutanların istediği şekilde bitti. Alınan kararlara göre Tahsin Şahinkaya’nın görev süresi 1 yıl uzatıldı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu emekliye ayrıldı. Darbeyi bilen komutanlardan birisi yaş haddi kuralına göre emekli oluyordu. Bülent Ulusu’nun yerine ise Nejat Tümer geçecekti. Başından beri harekat planının içerisinde olan Haydar Saltuk ise kıt’aya çıkması gerekiyordu. Saltık yeni kararname ile Ege Ordu Komutanı oldu. Bu kararlar ile birlikte askerler bayrak harekatı’nı yeniden raftan indirdi. Terfi kararlarının kamuoyuna açıklanmasının hemen ardından komutanlar genelkurmay karargahında toplantı yaptı. Toplantının gündemi yönetime el koyduktan sonra yapılacak işlerin organizasyonuydu.


Toplantı önce yasama organı yani askeri yönetimin meclisi olmalı mı? Sorusu ele alındı. Sonunda 5 kuvvet komutanının ‘’Milli Güvenlik Konseyi’’ olarak yasamayı üstlenmesine karar verildi. Diğer gündem maddesi ise yürütme idi. Ülkenin yeni başkanı kim olmalıydı? Aslında Bu sorunun karşılığında bir muhatapta yoktu. Çünkü ülkede mevcut seçilmiş veya görevine devam eden bir cumhurbaşkanı yoktu. Siyasilerde cumhurbaşkanı seçmek için gerekli gayret ve özveriyi göstermiyordu. Askerler yaptıkları bu değerlendirme ile milli güvenlik konseyinden birisinin başkan olmasına karar verdiler. Tabi ki konsey içerisinden seçilecek cumhurbaşkanı da Kenan Evren’den başkası olamazdı. Bir diğer konu ise müdahaleden sonra siyasilerin ne olacağıydı. Bir el hareketiyle yüzbinlerce kişiyi sokağa döken liderlere ne yapılmalıydı? Müdahaleden sonra liderlerin anakarada tutulmaları sakıncalıydı. Çünkü siyasi liderler Ankara’da tutuldukları takdirde lehte veya aleyhte gösteriler olabilirdi. Bundan ötürü liderlerin Gelibolu’da bulunan Hamzakoy kampında, İzmir Menteşe’de bulunan Harp Okulu ve Uzunada’da ki Deniz Kuvvetleri’nin tesislerine gönderilmeleri kararlaştırıldı. Milletvekilleri için ise suça bulaşmamış olanlara bir şey yapılmaması, ancak herhangi bir anarşi olaylarında adı geçenlerin Ankara’da bulunan İstihbarat Okulunda hapsedilmesi kararlaştırıldı. Askerler yönetime el koyduktan sonra dağıtılacak parlamentoda bulunan milletvekillerinin durumunu uzun uzadıya tartışmıştı. Önerilerden birisi meclis dağıtıldıktan sonra milletvekillerinin izinli kabul edilmesiydi. Ancak Kenan Evren bu öneriye karşı çıktı. Evren’in karşı çıkmasının nedeni ise, izinli sayılan milletvekillerinin maaşlarının verilmeye devam edeceği, bundan ötürü devlet bütçesine külfet olacağından ötürüydü.


Toplantı sonunda alınan kararları 2. Başkan Öztorun el yazısı ile zapta geçti. 26 ağustos 1980 tarihli zaptın altında Orgeneral Kenan Evren, Orgeneral Nurettin Ersin, Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Oramiral Nejat Tümer, Orgeneral Sedat Celasun ve Korgeneral Necdet Öztorun’un imzaları vardı. Ancak bu toplantıda en kritik soru halen cevap bulmamıştı. Gerçekleştirilecek bayrak harekatı’nın gün ve saati belli değildi. Komutanlar müdahale için yeniden siyasiler arasındaki bir krizi seçecekti. Komutanların bu krizi beklemeleri çok uzun sürmedi. Çünkü CHP’liler tarafından dışişleri bakanı hayrettin Erkmen hakkında verilen gensoru yeni bir krizin habercisiydi. Çünkü Erkmen’in düşürüleceği meclis aritmetiğine göre kesindi. Bunun ardından hükümette istifa edeceği için askerlerin müdahalesi için gerekçe ortaya çıkacaktı. Askerler böyle kritik bir ortamda düşürülmüş hükümet üzerine müdahale etmek istiyorlardı. Çünkü komutanlar mevcut Demirel hükümetine karşı değil, istifa etmiş ve kriz içerisindeki siyasete karşı bir darbe yapmak istiyordu. Kısacası askerler müdahalelerini meşru bir zemine oturtmak istiyordu. Ancak siyasetçiler yine komutanları ters köşeye yatırdı. Bakan gensoruyla düşürülmüştü, ama Demirel hükümeti istifa etmedi. Komutanlar bu defa müdahale gününü kendileri seçmeye karar verdi. Bu kararı hızlandıran ise 6 Eylül’de Konya’da gerçekleştirilen msn mitingi olmuştu. MSP’nin, İsrail’in Kudüs’ü işgal edişini protesto etmek için düzenlediği bu miting şeriat gösterilerine dönüşmüştü. Miting sırasında istiklal marşı okunurken toplu olarak yere oturanlar görülmüş, Arapça pankartla yürüyenler ve gerilla kılığında slogan atanlar kamuoyu ile birlikte komutanları da çileden çıkartmıştı. Bu mitingle Erbakan’a olan kızgınlıklar biraz daha artmıştı. Bu kızgınlık ve korku ileride Erbakan’a pahalıya patlayacaktı. Erbakan ve MSP topun ağzındaydı. Çünkü iltica hareketi terörden sonra müdahale gerekçesinin en önemli maddelerinden birisiydi. Bu yüzden komutanların gözü Sauron gibi Erbakan’ın üzerindeydi. Ancak bir gün Erbakan bu koca gözlerin gözetiminden kayboldu. Çünkü Erbakan İngiltere’ye gitmişti. İşin ilginç yanı 12 Mart muhtırası sırasında da Erbakan yurtdışındaydı. Yine komutanları bir endişe aldı. Çünkü Erbakan’ın yurtdışında olması müdahaleyi zorlaştırabilirdi. Ancak Erbakan 10 Eylül’de İngiltere’den döndü ve komutanlar rahat bir nefes aldı.


Darbe için geri sayımın başladığı o günlerde Ecevit’te PETROL-İŞ sendikasının genel kurulunda ünlü konuşmasını yapıyordu. Bu konuşmada Ecevit işçilerin sahaya inerek siyasete destek vermesini istiyordu. Ecevit’e göre toplum o dönemde yeterli ve etkili tepki göstermemesi rahatsız ediyordu. Aslında Ecevit’in demokrasi çağrısı yaptığı işçiler çoktandır sahadaydı. Ecevit’in çağrıyı yaptığı sırada yüzbinlerce özel sektör çalışanı grevler yapıyor ve hükümetin ekonomik kararlarını protesto ediyorlardı. Ancak toplumun diğer kesimlerinde öyle bir hava vardı ki sahaya inmek bir yana müdahalenin biran önce yapılmasını istiyordu. Çünkü terör toplumu yıldırmıştı. 1980 yılının Ağustos ayı biterken ülkede ölü sayısı 1900 kişiyi geçmişti. Darbe yaklaştıkça genç dimağlar cenaze sayısı da katlanarak artıyordu. Aynı dönemde geçmiş yıllara göre daha fazla soygun ve gasp yaşanmıştı. Ülkede insanlar kaçırılıyor, bombalar patlıyor ve kundaklama olayları yaşanıyordu. Askeri müdahalenin stratejisini oluşturan çalışma grubunun üyesi Kurmay Albay Cumhur Evcil ise halkın tepkisiyle birebir karşılaşmış kişilerden birisiydi;


’Bir kamyon şoförü ile tesadüfen karşılaşmam ve sohbetim sırasında kamyon şoförü nerede görevli olduğumu sordu. Bende genelkurmay karargahında görevli olduğumu ilettim. Bunun üzerine kamyon şoförü bana ‘Kenan Paşayı görüyor musunuz?’’ dedi. Bende ‘’Görev yerim icabı kendisini ara sıra görürüm.’’ dedim. Şoför bu cevabım üzerine ‘’Benim 2 tane oğlum var. Eğer bu çocuklardan birisi öldükten sonra Kenan Paşa yönetime el koyacaksa iki elim paşanın yakasında olacak.’’ Dedi. Ben kamyon şoförü olan bu vatandaşın bu sözleri üzerine bir şey diyemedim. Kendisiyle kısa bir süre sohbet ettikten sonra ayrıldık.’’


Yukarıdaki sözlere benzer bir tepkiyle dönemin CHP milletvekili Altan Öymen kayınvalidesinden duydu;


’Eşimle kayınvalideyi ziyaret ettiğimiz bir gün kayınvalide bana hitaben ‘’Oğlum artık birisi gelse de hepimiz bu durumdan kurtulsak.’’ Dedi. Bende kayınvalideye ‘’Şimdi birisi gelirse, benim gitmem gerekir.’’ Dedim. Kayınvalide biraz hiddetlenerek ‘’Yok yok bu işin başka çaresi yok. Hem sende kurtulursun.’’ Dedi.’’


Komutanlar ise harekat planını en ince ayrıntısına kadar gözden geçirmekle meşguldü. Çünkü ordu içerisindeki binlerce subay ve on binlerce askerin hangi saatte, nerede ve hangi görevde olacağı tek tek belirlenmeliydi. Kenan evren en küçük aksilik çıkmasını istemiyordu. Bu harekatta gizlilik esası bozulmamalıydı. Harekatın ise günü ve saati belirlenmiş olan bu harekatı bilenlerin eşlerine dahi söylenmesi yasaklanmıştı. 9 Eylül günü Kenan Evren komutanlarla son kez toplantı gerçekleştirdi. Kenan Evren harekatın Cuma günü yani 12 Eylül 1980 tarihinde yapılmasını istiyordu. Çünkü harekatın hafta sonu olması harekatı daha da kolaylaştıracaktı. Sonunda Kenan Evren hayırlı olur inşallah diyerek harekat emrini imzaladı. Artık darbe gerçekleştirilecekti. Harekat emrinin içerisinde Darbe 12 eylül 1980 saat 04:00’da gerçekleştirileceği yazıyordu.


To Be Continued

 
Müthiş olmuş, emeğine sağlık. Okurken post apokaliptik bir ülkeyi anlatan romanmış gibi geliyor fakat bu toprakların gerçeği bu. Özellikle son dönemde gördüğümüz patlıcan kuyrukları,tekrar gündeme gelen İMF, Eşref Bitlis olayının yıl dönümü ve siyasi ortamdan ötürü biraz vaktinde bir yazı olmuş.
Kontrgerilla ile ilgili olarak, amaç terör ile savaşmak ise yapılabilecek en uygun adımlardan biridir.(bkz:fm 31-16) Fakat insan dediğimiz fenomen güç zehirlenmesinden kaçamıyor. Bu yapı da zamanla çürümüş bir yapıya bürünüyor zaten. Apocular ile ilgili olarak bir şeyler daha yazarsın diye umut ediyordum fakat zaten yeterince uzun olan bir yazıyı bir de onlarla doldurman doğru olmazdı sanırım. Yeni yazıyı merakla beklediğimi bilmeni isterim.
 
Müthiş olmuş, emeğine sağlık. Okurken post apokaliptik bir ülkeyi anlatan romanmış gibi geliyor fakat bu toprakların gerçeği bu. Özellikle son dönemde gördüğümüz patlıcan kuyrukları,tekrar gündeme gelen İMF, Eşref Bitlis olayının yıl dönümü ve siyasi ortamdan ötürü biraz vaktinde bir yazı olmuş.
Kontrgerilla ile ilgili olarak, amaç terör ile savaşmak ise yapılabilecek en uygun adımlardan biridir.(bkz:fm 31-16) Fakat insan dediğimiz fenomen güç zehirlenmesinden kaçamıyor. Bu yapı da zamanla çürümüş bir yapıya bürünüyor zaten. Apocular ile ilgili olarak bir şeyler daha yazarsın diye umut ediyordum fakat zaten yeterince uzun olan bir yazıyı bir de onlarla doldurman doğru olmazdı sanırım. Yeni yazıyı merakla beklediğimi bilmeni isterim.

teşekkür ederim. tarihçiler boşuna dememiş ''tarih tekerrürden ibarettir'' diye. geçmişte yaşadıklarımız ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

kontrgerilla ile ilgili yazı hazır. ancak yazının sahibinden izin gelmesini bekliyorum. izini alır almaz sizlerle paylaşacağım. en azından kontrgerilla'nın ne olduğunu veya ne olmadığını o yazıyla anlayabiliriz. apocular'ı daha fazla anlatmaya gerek yok. her şey ortada zaten. hem o topa çok girmek istemiyorum.
 
Eline sağlik. Yazilarin gercekten guzel oluyor. Çayi gectim, kahvaltiyi bile yaptim okurken :).

sizin kahvaltı bayağı uzun sürüyormuş. :flaugh: iltifatınız için teşekkür ederim. yazıyı çeşitlendirip son noktayı koyduğum zaman seri tamamlanmış olacak. bakalım karşımıza nasıl bir tablo çıkacak?
 
teşekkür ederim. tarihçiler boşuna dememiş ''tarih tekerrürden ibarettir'' diye. geçmişte yaşadıklarımız ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

kontrgerilla ile ilgili yazı hazır. ancak yazının sahibinden izin gelmesini bekliyorum. izini alır almaz sizlerle paylaşacağım. en azından kontrgerilla'nın ne olduğunu veya ne olmadığını o yazıyla anlayabiliriz. apocular'ı daha fazla anlatmaya gerek yok. her şey ortada zaten. hem o topa çok girmek istemiyorum.
Kontrgerilla yazısı umarım izin alır. Apocular ile ilgili spekülasyonlar bulunduğu için sormuştum. Aponun eşinin babasının eski mit müsteşarı olma durumu. Askeri lojmanda saklanması gibi bir sürü şey var ortada.Ne kadarı doğru ne kadarı yanlış. Biraz da bu spekülasyonlardan ötürü merak ettim. Siz ne düşünüyorsunuz yada güvendiğiniz kaynaklar neler söylüyor diye sormak istemiştim.
Edit: Konu fazla kirlenmesin. Konu ile alakalı düşüncelerinizi zamanı geldiğinde yazarsanız okuyacağım.:sapkali:
 
Eline sağlık, bir sonraki yazıyla bitirirsin herhalde. Mehmet Ali Birand'ın belgeselinin 6. bölümü bitmiş bu yazıyla, 3 bölüm kalmış.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık