Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[İnceleme] Osmanlı Devleti'nde Paranın Tarihçesi

Anadolu Selçuklu devleti 1243 yılında Kösedağ savaşında Moğolların başında bulunduğu İlhanlı devletine yenik düşerek uydu devlet haline gelmişti. Anadolu Selçuklu devletinin ortadan kalkması ise bu yüzyılın sonunda gerçekleşmiştir. Bu gelişmeler sonucunda Anadolu Selçuklu devletinin bünyesinde bulunan beylikler ise bir yandan bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamış, diğer yandan Anadolu’daki otorite boşluğunu doldurup diğer beylikleri egemenlikleri altına alma çabası içerisine girmiştir. Dolayısıyla, Anadolu Selçuklu ve İlhanlı dönemlerinde sağlanan yol güvenliği uzun bir süre için ortadan kalkmıştır. Bunun sonucu olarak hareketlilik ve canlılık getiren dış ticaret her alanda azalmaya başladı ve Anadolu’da durgun bir ekonomi devri başladı. Bu durumu faslı gezgin İbn Battuta’nın gezi notları ve İbn Fazlullahü'l Ömer gibi çağdaş bir tarihçinin Anadolu’da para ve fiyatlar hakkında verdikleri bilgiler ile açıkça gözler önüne sermektedir.


Bu kaos döneminden önce Anadolu’da, Selçuklu devleti ile İlhanlı devleti altın ve gümüş para darp ediyorlardı. İlhanlıların bimetalizm yönünde para politikası izlediği tartışmalıdır. Ancak altın paralarının varlığı bir bakıma bimetalizmlerine tanık kabul edilebilir. Selçuklular ise islam altın dinarı ve gümüş dirhem geleneğini sürdürüyorlardı. Bu iki devletin son zamanlarına kadar sikkelerinin standart ağırlıklarından sapma çok azdı. Bu itibarla; an dolu Selçuklu ve İlhanlı devletlerinin İslam bimetalizmine bağlı kaldıkları söylenebilir. Aynı dönemde Bizans imparatorluğunda ise altın monometalizm devri devam etmekteydi.



Selçuklu devletinin tarihe karışması ve İlhanlı devletinin dağılmasıyla, güvensizliğin hüküm sürmesi üzerine, dış ticaret limanlarda yerli ürünlere münhasır kaldı. Bu ticari durum büyük miktarlarda paranın dolaşımda olmasını gerektirmemekteydi. Dolayısıyla tedavülde büyük bir değer taşıyan paraya gereksinim bulunmamaktaydı. Bu gelişmeler ışığında Anadolu’da altın para darp edilmez oldu. Bu durumda ufak bir sikke olan akçe her ihtiyaca cevap verebiliyordu. Bizanslıların başkenti konstantilopoliste ise liman kenti olması, ciddi bir ticari hareketliliğinin olması, şehirde ciddi bir endüstri yapısının bulunması ve ticari ulaşımı aksatacak engeli bulunmaması gibi ayrıcalıklarından dolayı Bizanslılar altın monometalizminde kalmayı tercih etmiştir. Ancak dünya ticareti yeni çağın başına kadar süren bir daralma dönemine girmişti. Bu arada on dördüncü yüzyıl ve on beşinci yüzyılın ilk yarısında gerileme ve dağılma sürecinde bulunan Bizans, altın parasını yeni çağların başına doğru 3.559 gramlık Venedik dukasının üçte birine kadar düşürmek zorunda kalmıştı. Oysa bir zamanlar Bizans parası bugünün doları işlevini gördüğü dönemde bu para 4.54 gram ağırlığındaydı. Aynı dönemde dünya ticaretinden kopmayan altın ordu devletinde ise altın para kullanılmamaktaydı. Altın ordu devletinde parasal olarak büyük değer ifade eden "sum" ismi verilen oldukça ağır (166.888 gr. Ağırlığında) som gümüş çubuklar ticari değişimlerde kullanılıyordu. Aynı dönemde Aydınoğluları beyliği bir ara Venedik dukasının taklitlerini basmış ve Venedik’in tepkisiyle karşılaşmıştı. Osmanlı beyliği ise Orhan bey devrinde, ticarette daralma döneminin olduğu bu dönemde ticaretin hareketleneceğini düşünerek teklik akçeden başka ikilik ve beşlik akçeler de çıkardı. Fakat umulanın aksine ticarette daha fazla daralma yaşanınca, daha iri gümüş para darbı yoluna gidilemediği gibi ikilik ve beşlik darbı da durduruldu. Ne Osmanlılar ne de Anadolu beylikleri yeni çağın başına kadar akçeden büyük sikkeler basmadılar. Osmanlı devletinin, devraldığı coğrafyada kendisinden önce hükümran olan devletlerin çıkardıkları madeni paraları (sikke) kullanmayı sürdürdü. İlk Osmanlı sikkesinin Osman bey zamanında basıldığı konusu tartışmalıdır. Osman bey adına basılmış olup bugüne ulaşan bir paranın varlığı herhangi bir şekilde ispatlanamamıştır. Genel kabul, 1326 yılında Orhan bey adına kestirilen akçenin ilk Osmanlı parası olduğu yönündedir.


Osmanlı gümüş sikkesi, adını darp edildiği madenin renginden alır. Bu sikke aka çalar olmasından akçe diye anılıyordu. On dördüncü yüzyılın başında Rum Pontus devletinin ve Kıbrıs’ta Lusignan Hanedanı’nın aspron adında ufak gümüş sikkeleri vardı. Batılılarda kendi dillerinde Osmanlı akçesinden bahsederken "aspre" deyimini kullanırlardı. Akçe, İslam dirheminden farklı ve daha hafif bir sikkedir. Bu yüzden dirhem adı ancak hukuki kayıtlarda kullanılıyordu. Zira İslam geleneğinde bütün gümüş sikkeler dirhem ve bütün altın paralar dinardı. Bu yüzden klasik dirhem ve dinardan farklı bir sikkeyi tanımlama gereksinimi doğuyordu. Kaynaklarda 2. Murad’ın akçesi için "dirhemen fiddiyyen murad haniyyen" telaffuzları karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca "rayicen fi'l vakt" yani "zaman geçer gümüş dirhemiyle..." ve ‘’şu kadar dirhem’’ diyerek açıklık getirildiği görülmektedir.



Ayrıca Orhan Bey’in İlhanlı sikkelerini andıran akçeleri de mevcuttur. Bu akçelerin 1, 5 ve 10 birimleri bulunmaktaydı. Bu akçelerin 1 ve 5’lik birimleri Orhan bey, 10’luk birimler ise fatih sultan Mehmed ve 2. Bayezid devirlerinde çıkarıldı. Gümüş akçe 17. Yüzyılın sonuna kadar temel osmanlı para birimi olma özelliğini korudu. 1326 yılından ilk altın paranın darbedildiği 1477 yılına kadar geçen ve gümüş akçenin hakimiyeti altında olan dönem tek maden sistemi (monometalist) olarak adlandırılır. Hasene-i sultani (sultani) isimli bu altın paralar, Venedik dukasıyla hemen hemen aynı olan değerini 17. Yüzyılın başlarına kadar muhafaza etti. Öte yandan alışverişlerde ufak miktarların ihtiyacını karşılamak üzere 1. Murad zamanından itibaren bakır paralar basılmaktaysa da Osmanlı hazinesine yapılan ödemelerde bu paralar kabul edilmemekteydi. Bu bakır paralar iki ebatta basılmaktaydı. Bu bakır paraların büyük olanlarının sekizi ve küçük olanlarının yirmi dördü bir gümüş akçeye eşitti.


Osmanlı Devleti’nde darphaneler iltizam sistemiyle üçer yıllığına özel kişilere ihale edilir, ihale edilmediği takdirde emaneten bir kamu görevlisi tarafından yönetilirdi. Paraların ayarını ve içlerindeki değerli maden miktarını “sahib-i ayar” denilen bir görevli denetlerdi. Osmanlılar, Selçuklular ve Anadolu beylikleri altın ve gümüşün ülkeye girişini teşvik edip vergiden muaf tutarken, sıkıntı çekilmemesi için ihracına sınırlamalar getirip yasaklardı. Savaş veya başka zaruri sebeplerden dolayı para hacminde meydana gelen daralmalar esnasında padişahlar adaletnameler çıkartarak zaman zaman devlet adamlarının elindeki altın ve gümüş kap kacakla kıymetli madenler darphaneye gönderilerek paraya dönüştürülmesini sağlardı. Mısır hariç taşradaki darphanelerin sikke kalıpları merkezden gönderilirdi. Tespit edilebildiği kadarıyla Osmanlık ülkesinde doksan yerde sikke darbedilmiştir. Darp tekniği tek bir sikkenin ağırlığını tanımlamaya elverişli olmadığı gibi, tartı birimleri de böyle bir tanıma el vermiyordu. Belgesi bulunan en eski tanımlama 2. Murat devrine ait olup, 1431'de yüz dirhem gümüşten 260 akçe basıldığını göstermektedir. Bu tanım biçimi daha sonraki hükümdarların zamanına ait arşiv belgelerinde yer almaktadır. Doğal olarak sonraki tarihlerde bu ağırlıktaki metalden kesilen akçe sayısı artıyordu. Bu tanıma göre, 1460'ta 330 akçe, 1480’de 400 akçe; 1491'de 420 akçe; 1570'de 450 akçe, 1586'da 800 akçe; 1600'de 950 akçe ve 1618, 1624 ile 1640'ta 1000 akçe kesildiği bilinmektedir. Bu aşamada akçenin ağırlık tanımı da değişmiş, (bir dirhemden şu kadar adet şekline dönüştü.) 12'si (sene 1685), 17'si (1688), 23'ü (1692) ve 9'u (1696) bir dirhem ağırlığında olarak tanımlanmıştır.


Beylik veya kuruluş döneminde Osmanlılar, değerli maden olarak akçeden başka bir sikke basmadılar. Altın para gereksinimini ise yabancı paralar karşılıyordu. Vakayinamelere yansıyan bilgiler bu altın paraların ticaret içerisinde bol olmadığı kanısını vermektedir. Genelde hacmi ne olursa olsun ödeme akçe ile yapılıyordu ve daha ufak ödemeler için bakır para kullanılıyordu. Fatih devri kadı sicilleri, incelendiğinde iki çeşit bakır para bulunduğunu göstermektedir: bunlar, biri bir dirhem ağırlığında sekizi bir akçe olanlar ile üçü bir dirhem ağırlığında 24’ü bir akçe değerinde olanlardır. Bu paraların adları ise pul, fels veya mangır olarak geçmektedir. Bu deyimler her iki çeşit para için kullanılıyordu. Kataloglardaki en eski bakır para ise 1. Murad devrine aittir. Orhan Bey’in döneminde ise ticaret içerisinde bakır para kullanıldığına dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Sonraki dönemlerde bu bakır paraların uzun süre yalnız biri bir dirhem olanlarının darbı sürdü. Ufaklarının darbı ise durdu. 1584 yılında yapılan akçe ayarlamasına kadar 8’i bir akçe değerini korudu. Ancak 1584 yılında akçe yarı yarıya ayarlandığından, biri 1 dirhem, sekizi 1 akçe fiyatı ekonomik olmaktan çıktı. Dolayısıyla bu tarihten sonra bir süre bakır para darbı askıya alındı. Bakır paralar yeniden tedavüle çıkarıldığında ve hesaplandığında sekizi bir akçe formülünü korumak için bir dirhem ağırlığındaki bakır paraların her biri iki pul sayıldı ve bunların dördü 1 akçe kabul edilmeye başlandı. Ancak her biri iki pul olduğundan 8 pul bir akçe denkliği yaşatılmaya devam edildi. Zamanla, akçenin değeri düşürüldükçe dirhemlik pulların ikisi bir akçe oldu. Ancak pul darbı eski hızını yitirdi. Zira akçenin kendisi pul hükmüne düştü. 17. Yüzyıl sonunda bakır para üzerinden gerçekleştirilen bir enflasyon denemesinde yarım dirhem ağırlığında mangıra 1 akçe değer biçildi. Ancak bu uygulama başarısız oldu ve daha sonra vazgeçildi.



OSMANLILARDA ALTIN VE GÜMÜŞ BİMETALİZMİ




Akçe, fatih sultan Mehmed devrine (1451-1481) kadar genel itibariyle değerini korudu; fakat artan askeri giderleri karşılayabilmek için bu dönemde basılan sikkelerde gümüş miktarı bir mali tedbir olarak yaklaşık % 30 oranında azaltıldı (tağşiş). Gelişen ekonomide para arzı talebi karşılamadığı gerekçesiyle mali sıkıntıya çözüm olmak üzere uygulanan bu tedbir halkın ve yeniçerilerin tepkisini çekti. İstanbul'u fetheden fatih, fetih müjdesini duyurduğu memluk sultanına ve Mekke şerifine gönderdiği fetihnamelerde “kendi adımız ve ecdadımızın pak adlarını taşıyan ve ganimet altınlarıyla basılan sikkeleri yad ediyor ve Mekke fukarasına dağıtılmak üzere bunlardan bir miktar gönderiyorum'' demiştir. Bu altınlardan bugüne kadar henüz bir buluntuya rastlanmadığına bakarak bir hatıra para olarak kaldığı düşünülebilir. İkinci altın para darbı denemesi, 1463’te Venedik ile başlayan savaşın ardından yapılmış olmalıdır. Bu münasebetle darp edilen altınlar “hassene-i efrenciye” olan Venedik dukasıdır. Fatih’in İstanbul darphanesinde 1471 ile 1474 tarihleri arasında Venedik dukasının dışında “hassene-i tuttiye” ve “hassene-i eşrefiye”de darp ettiği belgelenmiştir. Tutili yani kuş resmi olan ''hassene Cenova'', cenovini altın parası olan floridir. Eşrefiye ise memluk altınıydı. Darphane hesaplarında “hassene-i sultaniye” darbı iltizamı ise 09.01.1479 tarihini göstermektedir. Bu tarih 1463’te Venedik’le başlayan savaş sonucu yapılan barış anlaşmasından iki hafta sonrasına tekabül etmektedir. İstanbul’da Venedik dukasının darbının sıcak savaşın başladığı 1463 yılına götürürsek, bunu Venedik’e açılan ve sıcak savaşla birlikte yürütülen bir ekonomik savaş sayabiliriz. Fatih dönemini takip eden yaklaşık yüzyıllık bir süre içerisinde gümüş akçe nispeten değerini korudu. Ancak savaşların maliye üzerine ağır bir yük bindirmesi yüzünden 1585 veya 1586’da yapılan ve o döneme kadar gerçekleştirilen en büyük tağşiş olan bir işlemle akçenin gümüş oranı % 44 azaltıldı. Esasen bu tarih para için yeni ve istikrarsız bir dönemin başlangıcına işaret eder. Sık sık tağşişe başvuran devlet, her yeni sikke çıkardığında eskilerini piyasadan tam olarak çekemediği ve piyasalarda parasal anlamda ciddi bir karmaşa hüküm sürdüğü için sikkenin ayarını sağlayabilmek adına 1600, 1618, 1624 ve 1640 yıllarında bazı düzenlenmeler yapmıştır.


İlk altın paranın basılmasıyla birlikte çift maden sistemine (bimetalizm) geçildi. Yeni fetihler neticesinde altın ve gümüş standardına dayalı olan Osmanlık para sistemi de giderek karmaşık bir durum aldı. Zira Osmanlık sikkeleri Anadolu beylikleri, Bizans ve diğer yabancı devlet paralarıyla birlikte piyasadaydı. Bunun yanında mısır’da ''pare/para'', Eflak-Boğdan, Erdel ve Macaristan civarında ''penz'' ve Kırım’da ''kefevi akçe'' gibi mahalli paralar tedavüldeydi. Devlet, İstanbul’a yakın orta ve batı Anadolu ile Balkanlar’da akçe ve sultaniye dayalı olan kendi para sistemini sürdürürken özellikle uzak piyasalarda venedik dukası, Ceneviz altını, İspanyol reali, Hollanda esedisi, Polonya zolotası, Avusturya taleri ve İran şahisi gibi yabancı paraların dolaşımını serbest bırakıyordu. Hatta yabancı devlet parası olmalarına rağmen Venedik ve Ceneviz altınları Osmanlı darphanelerinde de basılmaktaydı. Yine bağdat darphanesinde bu bölgede tedavül etmek üzere İran şahisinin vezin ve değerinde olan, dirhem veya şahi de denilen gümüş sikke 1730 yılına kadar darp edildi. İstanbul piyasalarından uzak olup yabancı sikkelerin etkisinde kalan Tunus, Cezayir ve Trablus piyasalarında “nasri” denilen ve padişah adına kesilen kare şeklindeki mahalli sikkeler hakimdi. Hazine, bütün bu farklı paraların rayiç fiyatlarına dair düzenlediği listeleri zaman zaman taşraya gönderirdi.




HASENE-İ SULTANİYE




Büyük bir değer ifade ettiği için altın paraya, asaletine uygun sıfat takmak gelenek olmuştur. Hassene, iyi güzel anlamındadır. Bu deyimi İlhanlılarda da kullanılmıştır. Pegolotti’nin “la pratica della mercatura” isimli eserinde, Tebriz’de kullanılan paralardan söz edilirken, bu deyim “cassanini” şeklinde bozulmuştur. Hassene ve dinar İslam dünyasında, ekonomik literatürde salt altın para anlamında kullanılıyordu. Bu tabir Osmanlı döneminde de aynı şekilde kullanıldı. Osmanlılar, batılılardan bu anlama gelen bir üçüncü isim de almışlardı. Bu altın paraya Osmanlılar filüri, filori veya eflori olarak adlandırmıştır. bu aslında Floransa’nın, üzerinde zambak resmi bulunduğundan çiçekli anlamına gelen “fiorino “ adındaki altın parasından gelmektedir. Fiorino, Roma’dan sonra Avrupa’da darbına ara verilen altın paranın yeniden darbına başlanan ilk paradır. Bu altın paranın 1252’de darbına başlanmış ve ticaret içerisinde kullanımı büyük bir sükse yapmıştır. Dolayısıyla filori’nin altın paraların sembolü oluşu bu yüzdendir. Bu altın para Bizans’tan “filori” biçiminden bozuluma uğrayarak Osmanlılara geçtiği görülmektedir. Bu üç terimi, tamamlayan ikinci ve bazen üçüncü bir kelimenin yardımı söz konusu olan sikke belirlenirdi. Saltanata izafetle “sultani” adı verilen ilk Osmanlı altını, altın para anlamındaki her üç terimle tamlama yapmak suretiyle ”hassene-i sultaniyyen” veya “sultani filori” ve ‘’dinaren sultaniyyen muhammed haniyyen’’ şeklinde adlandırılırdı. Bu veriler ışığında Osmanlı bimetalizmi resmi olmayan bir şekilde, 1463 veya 1453 tarihlerine kadar geri götürülebilir. Resmen ve hukuken ise bimetalizm 1479 tarihlidir.




Osmanlı altın parası olan ''sultani'', duka standardında idi. Her iki sikkenin ağılık ve kurları birdi. On yedinci yüzyılın başlarına kadar değer bu şekilde kaldı. Sultani bu itibarla; duka gibi 3,559 gram ağırlığında darbedilmiştir. Kanunname-i sultani’ye göre bu altın para 100 miskal saf altından 129 adet darp ediliyordu. 4.608 gramlık Tebriz miskali ile hesaplandığında 460.8 / 129 = 3.572 gram olduğu anlaşılmaktadır. Aradaki 13 miligramlık fark eski Venedik ve Osmanlı tartı birimlerinin grama çevrilmesinden ileri geldiği varsayılmaktadır. Ancak Osmanlılar, İlhanlı gazan han’dan farklı olarak miskali 2 dirhem değil bir buçuk dirhem hesap ediyorlardı. (miskal 24 karat , dirhem de 16 karattır. Karat veya –keçiboynuzu-çekirdeği 4 buğdaydır. Bu sistemde buğday 48 miligramdır.)


Kanuni sultan Süleyman, saltanatının ilk yıllarında Tebriz tartı birimlerini Mısır’a zorla benimsetti. Kendilerine empoze edilen dirheme de bu nedenle “dirhem-i rumi “ dendi. Osmanlılar, on yedinci yüzyılın ortalarında Tebriz tartı birimlerini bıraktılar; metrik sistemin kabulüne kadar yeni tartılar kullandılar. Bu yeni tartılar artık ‘’rumi’’ ismi ile anılmaya başladı. Mısır’a zorla kabul ettirilen dirhem de artık ‘’mısır dirhemi’’ ismini almıştır. Rumi olan bu yeni dirhem 3,207 gram ve miskalide 4,810 gramdır. Osmanlılar, on yedinci yüzyılın sonunda altının ağırlığını miskal ile değil, dirhemle tarife bağladıklarında; içinde baki bulunan 110 dirhem altın ve bakır alaşımından 100 adet darbı emredilerek, altın paranın resmi ağırlığı tarif edilirdi. Mısırlıların kendi dirhemleriyle bu tarif üzerine altın darplarında, mısır ile İstanbul arasında `gresham kanunu`’na uygun nakit hareketi başladı. İstanbul’dan Kahire darphanesine para basımı için gönderilen altınlarla ilgili fermanlarda “yüz dirhem-i rumi’den ki 115 dirhem-i mısridir 100 adet” altın darbı emredildi. Dolayısıyla bu bilgilerden anlaşılacağı üzere Osmanlı ve Mısır dirhemleri arasında aslında çok az bir fark vardır. Bu iki dirhemin grama çevrilmesi durumunda iki tanım arsında bu fark yüz dirhemde yaklaşık yarım gram olarak görülmektedir. Bu iki dirhemin gram hesabına detaylı olarak baktığımızda yapılacak hesap aşağıdaki gibi olacaktır.


(3,072x115=353,28)-(3.207x110=352,7)=0.51 gram



SİKKE TECDİDİ VE ESKİ AKÇE




Paranın ağırlık ve ayarı hatta rayici üzerinden hazineye bir gelir sağlama, ekonomide bilinen klasik yöntemlerden birisidir. Bunların dışında, madeni para rejiminde bir diğer yol daha vardır. Osmanlılarda ''`sikke tecdidi`'' ve eski akçe yasakları batıda ''refonte'' denen yöntem ile gerçekleştiriliyordu. Osmanlılarda sikke egemenlik ve özgürlük simgesiydi. Her hükümdar tahta geçince ilk iş olarak sikkeye adını kazdırır ve selefi adına bastırılan para darbını durdururdu. Bu olaya sikke yenileme anlamında “tecdid-i sikke” denirdi. Bu uygulama Osmanlı bürokrasisi içerisinde normal bir olay olarak addedilmekteydi. Fakat iş bununla bitmez, yeni hükümdar selefinin paralarının tedavülde dolaşmasını da yasaklardı. Bu uygulamayla, tedavüldeki para stokunun darphaneden yeniden geçmesi sağlanırdı. Tedavülden çekilen paranın ayar ve ağırlığına dokunulmasa ve eski paralar daha düşük bir fiyat üzerinden toplanmasa bile (ki bu uygulamalarda dönem dönem yapılmıştır) darp hakkı ve ücretinden dolayı devlet içerisinde yeni bir gelir elde ediliyordu. Bu gelir hacmi dolaşımda olan para stoku ile orantılı olarak az veya çok olabiliyordu. Eski akçe yasasını “yasakçılar” ismi verilen denetleyiciler uygulamaktaydı. Bu denetçiler çarşıda ve bulundukları alanlarda insanların keselerindeki akçelerini denetlerdi. Bu denetçiler halk arasında dolaşarak tedavülden kalkan eski akçeleri gönüllü olarak darphaneye götürmeyenlerin akçelerine el koyar veya düşük bir fiyat üzerinden toplardı. Darphaneler iltizamla işletildiğinden el konulan eski akçeler, iltizam şartnamesine göre hazine ile mültezim arasında pay edilirdi.


Yeni sultan tahta geçince, cülus giderlerine sikke tecdidinden sağlanan gelir, cülus töreni gerçekleşmeden de gerçekleştirilebiliyordu. Böylece hazinenin nakit sıkıntısı hafifletilebiliyordu. Bu yönteme kuruluş dönemi hükümdarları çoğu kez başvurmuşlardır. Bu şekilde; kendi akçelerini, gerek duyduklarında tedavülden kaldırmış ve yenilerini sürmüşlerdir. Fatih sultan Mehmed, hükümdarlığı süresince altı defa eski akçe yasaklarına başvurmuş ve her seferinde de akçesinin ağırlığını bir miktar düşürmüştür. Buna göre fatih sultan Mehmed tahta geçip cülus törenini gerçekleştirdiği dönemde yüz dirhem gümüşten 260 akçe basılırken, vefat ettiği dönemde aynı dirhem gümüşten 400 akçe basılıyordu. Bu tecdidlerin gerçekleştirildiği tarihler ise akçeler üzerine de yazılmıştır. 2.bayezıd’ın tahta geçerek cülus töreni sırasında bastırdığı sikkelerde ve daha sonra bastırılan sikkelerde ise yalnız cülus tarihi vardır. Fakat 2.beyazıd yine babası gibi sikke tecdidi yapmış ve yüz dirhem gümüşten 420 akçe kestirmiştir. Ancak Beyazıd döneminde yapılan tecdidler babası gibi tarihleriyle açıkça belirtilmemiştir. Yukarda bahsi geçen tecdid ve eski akçe yasakları, kanuni devrine kadar sürdürülmüş ve bu dönemden sonra terk edilmiştir. Ancak sikke tecdidi uygulaması, yani yeni hükümdar adına para basmak ve selefi adına para darbını durdurma geleneği devam etti. Ne var ki yeni sultan artık önceki sultanın paralarını toplayamıyordu. Dolayısıyla eski akçe tedavülde kalıyordu.


GÜMÜŞ İHRAÇ YASAKLARI


Sikke tecdidi ve akçe yasaklarında eski sikkeler hurda gümüş fiyatına toplanır veya akçenin ağırlığı düşünülerek tahsis edilirken, ellerinde çok miktarda eski sikke bulunanlar, ayarlamadan etkilenmemek için, bu akçelerini ihraç ederek dış pazarlarda değerlendirme yolunu seçebilirlerdi. Aynı şekilde maden para piyasasından sanayi piyasasına kaçabilir, insanlar eski akçeleriyle kap kaçak veya ziynet eşyası yaptırabilirlerdi. Dokuma sanayinde çok önemli bir yeri olan sim tel çekimi (şimkeş/şimkeşhane) çok miktarda gümüş tüketiyordu. Bu esnaf yasaklanan eski akçeleri hammadde olarak kullanmaya hız verebilirdi. Bütün bunlar gresham kanunu gereğiydi. Bu nedenle para ayarlamasında, başarılı olabilmek için, eski akçe yasaklarını bir taraftan akçe ve maden ihracı yasakları, diğer taraftan imalat yasaklarıyla desteklemek gerekiyordu. Bunun için çoğu kez bu üç yasak bir arada konurdu. Eski akçe yasakçıları yanında gümüş yasakçıları atanır ve bunlar yolcu denklerini açıp külçe, sikke, veya kap kaçak kaçakçılığının yapılmaması için denetlemeler yaparlardı. Bu yasakların yürürlüğe girdiği dönemlerde şimkeşlik sanayine çeşitli sınırlamalar getirilir ve tümüyle şimkeşlik işletmeleri kapatılarak yasaklanırdı.


DARPHANE İŞLETMECİLİĞİ




Osmanlı devrinde darphaneler devlet mülkiyetindeydi. Ancak kira karşılığı çalışan darphaneler de yok değildi. Para darp işi ise bir iltizam konusuydu. Yani para darbı işi devlet eliyle müteahhide veriliyordu. Osmanlılar on yedinci yüzyılın sonuna kadar paralarını özel kişilere ve şirketlere darp ettirirlerdi. Para darbı işine giren müteahhit (mültezim) yabancı uyrukluda olabiliyordu.


Para darp işi iltizam kurumunun genel koşullarına bağlıydı. İltizama verilecek işe mukataa adı verilirdi. Mukataalar üç yıl süreliydi ve buna tahvil adı verilirdi. Bu mültezimler iki veya üç tahvil ile bir mukataayı iltizama almasına engel değildi. Fakat bir tahvili tamamlama şansı bir mültezim için yeterli zaman olmamasından dolayı iki veya üç tahvil almasına engel teşkil ediyordu. Ayrıca Osmanlı idarecileri mültezim lehine bir rant oluşmamasına özen gösterirdi. İşlerin açık olduğu dönemlerde isteyenin iltizam bedelini tahvilin herhangi bir anında artırarak üzerine almasının hiçbir engeli yoktu. Zira iltizam mukavelesine tahvil bitmeden devredilemez şartı konulamıyordu. Dolayısıyla devletin ‘’nef’-i hazine’’ uygulaması yüzünden mültezimler mukataayı artırana devredebiliyordu. Eski mültezim ziyadeyi kabul edebilir yahut iltizam bedelinin gün başına düsen bedelinin tasarruf etkisi gün sayısıyla çarpımından oluşan meblağı ödeyerek çekilirdi. Buna “kıstelyevm hesaplaşma” denirdi. Eski mültezim peşinat ödemiş olabilir; bunlar ödenip tazmin edilmeden mukataanın yeni mültezime devredilmeyeceği şartı da koşulabilirdi. Bu şart itiraz konusu edilemezdi. İşler kesat giderse mukataaya talip çıkmazdı ve zarar mültezime düşerdi. Ancak mültezimin harp, afet-i semavi hallerinde indirim şartı göz önüne alınırdı.


Para darbında iltizam konusu, darphane işletmeciliğine müteahhide iltizam süresince istediği parayı darp yetkisi vermezdi. İltizam konusu gümüş para, altın para ve bazı zamanlarda da bakır para darbı işiydi. Bakır’ın maden ve para değerleri arasında büyük bir fark olduğundan bu işin iltizamı ayrı bir özerklik taşırdı. Mültezim altın ve gümüşü dilerse piyasadan satın alıp basabilirdi. Ancak bakır darbında buna müsaade yoktu. Genelde bakırı devlet sağlardı. Maden değeri ile para değeri arasındaki farkı hazine kendisine saklardı. Özellikle 15. Ve 16. Yüzyıllar arası bakır paralar devlet yetkilileri tarafından kırsal nüfusa dağıtılırdı. Sarraf eliyle de kentlerde esnafa dağıtılırdı. Pul dağıtımı bir çeşit vergi toplamayı andırdığından dağıtım “sagun’’ diye anılırdı. Devlet için bir çeşit hak olarak benimsendiğinden bir sene dağıtılmasa dahi bir başka yıl iki misli dağıtılırdı. Sarraflar ise bu işten belli bir yüzde veya maktu bir ücret alırlardı. Gümüş ve altın para darbı mültezimleri herhangi bir müteşebbis gibi kar veya zarar ederlerdi. İltizam bedelinin üstünde gerçekleştirdikleri fazla satışlar, onların ücret ve karlarının karşılığıydı. İltizam bedeline cevap veremediklerinde zararda olup taahhüt ettikleri meblağı ödemek zorunda kalırlar; ödeyemezlerse gözaltına alınırlar, mal varlıkları yetmezse kefilleri sorumlu tutulurlardı. Kefiller ise sınırlı kefillikle yükümlüyse, mültezime uygulanan yaptırımlara uğrar ve gözaltına alınırlardı. Şayet kefiller mültezimin kendisine tamamen kefillerse ve mültezim firar ederse onu bulmakla yükümlü olurlardı. Herhangi bir darphanede mültezimin, gümüş para darbını iltizama alması, altın para darp işini de üstlenmesine engel değildi. Genelde mültezimler her iki işi ayrı ayrı iltizama alabiliyorlardı.




Darphaneciliğe soyunan mültezim, artırmaya girdiğinde hesabını en ince ayrıntısına kadar yapmak zorundaydı. Bir ülke belli bir madeni para rejimi benimsediğinde, para için sonsuz ibra hakkı ve darp serbestisi kabul edilmiş olurdu. Buna göre elinde madeni olan rahatça darphaneye götürüp para darp ettirebilirdi. Maden sikke haline getirildiğinde hazine dahil hiç kimse darbedilmiş bu parayı reddedemezdi.


Darphaneci eline geçirdiği maden miktarı az olsun veya çok olsun hemen potaya koyup eritmezdi. Önce satın alınan madeni, paranın o dönemde ayarı ne ise o düzeye indirgemesi gerekiyordu. Ülke olarak akçe 17. Yüzyılın sonlarına kadar saf gümüşten darpedilirdi. Altın parada aynı tarihlere kadar saf altındandı. Vergi tahsilatından gelen altın veya gümüş paranın ayarından kuşkulanıldığı takdirde, hemen ateşe verilir ve içindeki yabancı madde ayrıştırılırdı. Kriz dönemlerinde darphane mültezimleri hile yaparak, bir dereceye kadar iltizam bedelini kurtarmak ve biraz da kar etmek arzusuyla, sikkeleri tahşişe giderler; doğal olarak bunun sorumluluğuna da katlanırlardı. Aslında bu darp hatasının sorumluluğu ‘’`sahib-i ayar`’’ denen darphane teknik şefine aitti. 16. Yüzyıl sonlarında ve 17. Yüzyıl başında bu mültezim hileleri inzibat altına alınmadığından ve bu mültezimler ayar katkısı ve tartı eksisi akçe bastıklarından, sayıları 76’yı bulan darphaneler, birer ikişer kapatılarak belli başlı birkaç eyalet merkezi darphanesi geride kaldı.



PARA DARBI VE DARP TEKNİĞİ




Akçe darbı yapılması durumunda 13,065 dirhem (40,135 kilogram) gümüş toplanması gerekiyordu. Yukarıda bahsi geçen miktar bir fırınlık olarak değerlendiriliyor ve darphane terminolojisinde “nöbet” adı veriliyordu. Darp işlemi yapan işletmeler ergiyen madeni, çubuklar halinde inceltir ve bir akçe çapında kareler halinde (buna ‘’kehle’’ ismi verilirdi) doğranırdı. Daha sonra bu doğranan kare şeklindeki madenlerin sivri köşeleri kesilerek yuvarlatılır ve darba hazır pul haline getirilirken kırıntı olarak 880 dirhem birikirdi. Bu hurdalar her seferinde bir sonraki nöbete eklenirdi. Bu itibarla; bu 880 dirhemlik maden, maliyet hesabında yer almazdı. Maliyet hesabında ise arta kalan 12,185 dirhem yer alırdı. Nöbette ergiyen madenin binde beşi, yani 65 dirhemi, ergitme sırasında fire olurdu. Bu fireye ‘’harku’n-nar’’ adı verilirdi. 120 dirhemlik kısmı da darp ücreti namına, isçilere dağıtılmak üzere sahib-i ayar'a bırakılırdı. Arta kalan 12.000 dirhem gümüş ise akçe haline getirilirdi. Fatih’in son yıllarında gümüşün yüz dirhemi 285 akçeye alınıp, bu ağırlıktaki madenden 400 adet akçe darp ediliyordu. Buna göre 12,185 dirhemlik bir nöbet gümüşün maliyeti 12.185 x 285 = 34.727 akçe olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir nöbet gümüşten 12000 dirhemlik sikkelenmiş akçe hasıl olduğundan, nöbet başına ortaya çıkan rey (kazanç) hazine ile mültezime kalıyordu. Bunun miktarı ise 12.000 x 400 = 48.000 - 34.727 = 13.273 akçedir.


Gümüşü, hazine temin ettiğinde ise hazine payı hesaba dahil edilmiyordu. 1481’de miri için 436 nöbet gümüş işleyen ve ödeyemediği iltizam bedeli yüzünden zindanda yatan mültezimin borcundan 1484’te 1.800.000 akçe düşüldü. Bu hesaba göre nöbet başına mültezime 4128 akçe kar hakkı tanındığı anlaşılmaktadır.


Mültezim, akçe darbı işine girişince, göz önünde bulundurması gereken husus, üç yıllık bir tahvil süresi içinde kendi hesabına ve miri hesabına kaçar nöbet gümüş işleyebileceğidir. Normal zamanlarda maden tedariki sorundur ve pek fazla nöbet işlenmez. Aksine eski akçe yasakları zamanında ise bütün nakit para stokunu yeniden darp etmek söz konusudur. Darphaneler kapasitelerinin üstünde çalışırlardı. Darphane iltizam bedelleri sikke tecdidinde en yüksek düzeyine çıkar, zamanla yeniden darp edilecek nakit stokunun azalması nispetinde iltizam bedelleri de düşerdi.



On yedince yüzyılın sonuna kadar, Osmanlı parası çekiçleme yöntemiyle darp edilirdi. Sikke kalıbı iki parçadan ibaretti ve her kalıbın yüzünde paranın bir yüzündeki yazılar bulunurdu. Bu kalıp parçalarından biri örs gibi bir ağaç kütüğüne çakılırdı. Bu durumdan ötürü buna ‘’kürsü’’ adı verilirdi. Diğer parça bir çomak gibi elle tutulur ve sikke kalıbının bu parçasına ise ‘’çelik’’ denirdi. Para basılacak madeni plaka (pul) kürsünün üzerine konur. Üstüne tutulan çeliğe çekiç vurularak darp işlemi tamamlanırdı. Çelik, çekiç darbelerinden olsa gerek, daha çabuk eskirdi. Darphanelere sikke kalıbı gönderilirken, bir kürsüye karşılık iki çelik verilirdi. Sikke kalıplarını ise ‘’hassa ehl-i hireften sikkegen’’ ismi verilen kişiler kazırdı. Bu kalıplarla darphanede para basan kimseye de ''sikkezen'' denirdi.



ANADOLU’DA PARA BİRLİĞİNİN BOZULMASI




İstanbul’un fethi para tarihinde bir takım yeni değişimlere öncülük etti. Gümüş akçeyle tek para olarak yetinmek, saltanatın şanıyla bağdaşır olmaktan çıktı. Nitekim, fethin akabinde altın paraya geçiş ile ilgili bir deneme yapılmıştı. Bu denemeyle birlikte yabancı devletlerin altın paraları Istanbul darphanesinde darp edildi. Bu da belki geçilmesi gereken bir aşamaydı. Zira içte ve dışta devletin altın parasını benimsetmek bir sorundu. Kanunname-i sultani bermucib-i örf-i osmani’de, fatih tehdit yollu bir ifade ile altın yasakları hakkında “gerektir ki altunumu yaymayalar firavun yürüye. Her kim altunumu yayarsa...” Demektedir. Ancak Fatih’in altın para darp girişiminde bulunduğu dönem, dünya ekonomisinin kalkınma atağına geçtiği zamana denk gelmişti. Dolayısıyla gelişen ticaret gereksinimine yanıt verecek cürmü ufak; ancak değeri yüksek para üniteleri tüm piyasalarda aranıyordu. Bu gelişmeler ışığında devletler birbiri ardına altın para darp ederken öte yandan iri gümüş paraları tedavüle sürüyorlardı. İlginç olan da bu paraların “büyük” anlamına gelen grosch, grossone... İsminin kullanılmasıdır. Piyasaların bu gelişmesini gören Fatih sultan Mehmed altın sultanisini tedavüle sürmeden önce adı kanunname de ‘’muhammedhani’’ olarak geçen, 10 akçe ağırlığında ve değerinde bir gümüş sikke çıkardı. Bu gümüş para ‘’sultaniye’’ altın paralarının basımına kadar halk dilinde ‘’gümüş sultaniye’’ diye adlandırılmıştır. Doğuda bulunan timur imparatorluğu kalıntıları üzerinde tenge ile tengçe adında ve sahrukiye, ulusbegiye, imirzaiye gibi darp eden hükümdarların adlarıyla anılan irice gümüş sikkeler darp ediliyor ve bunlar ticaret yoluyla 15. Yüzyıl sonunda Bursa’ya geliyordu. Yukarda bahsi geçen bu doğu paralarının Osmanlı topraklarında altı akçe değeri vardı ve bu paralar akçeden büyük fakat muhammedhani’den daha ufakdılar.


Osmanlı devletinin büyüyerek imparatorluk seviyesine gelmesi iktisadi ve siyasi alanda olduğu gibi para alanında bazı önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlardan ilki ‘’anadolu’da para birliği’’ olarak isimlendirebileceğimiz durumdur.




Anadolu’da kuruluşlarından beri her beyliğin bir müstakil akçesi bulunmaktaydı. Bu beylikler Osmanlı Devleti’ne katıldıkça bunların paraları unutuluyor ve Osmanlı akçesi bunların yerini alıyordu. Erken dönem Osmanlı belgelerinde beyliklerde kullanılan paraların adları bulunmamakla birlikte; 16. Yüzyıl başına ait sancak sayım defterlerinde bulunan kanunnamelerde, akkoyunlu egemenliğindeki yerlerde Uzun Hasan’ın darp ettiği ve değeri 2 Osmanlı akçesi olan, ‘’hasanbegi’’ adında bir gümüş sikkenin bulunduğu görülebiliyor. Dulkadiroğlularının da üçü bir osmanlı akçesi eden ‘’karaca akçe’’ adında gümüş sikkeleri vardı. Memluk sultanlığına komşu olan ve zaman zaman memluk hakimiyeti veya tabiiyeti altına giren yerlerde, bu devletin paraları sancak kanunnamelerinde ve vergilerin tahsilinde kullanılıyordu. Bu paralar ise halebi akçe, halebi, sami ve eşrefiye ismi ile anılmaktaydı. Yukarıda zikredilen bu paraların ilk ikisi gümüş, son ikisi ise altın paralardı. Memluk paralarının tedavülü bir süre sonra güney Anadolu’da kaldırıldı ve sancak kanunnamelerinde vergiler, Osmanlı akçesiyle tahsil edilir oldu. Ancak ‘’hasanbegi’’ ve ‘’karaca akçe’’ ismen olsa dahi yaşamaya devam ettiler. Ancak bu iki para, efektif para olmaktan çıkıp, hesap parası durumuna geldiler. Vaktiyle tedavül ettikleri yerlerde hasanbegi denince 2 Osmanlı akçesi ve karaca akçe denince de Osmanlı akçesinin üçte biri anlaşılırdı.



İşte Osmanlının topraksal ve siyasal büyümesi, Anadolu topraklarında akçe ve sultani’ye dayanan para birliğini sürdürülmesine olanak vermemiştir. Bu da Osmanlı yönetimi altına geçen topraklar üzerinde yaşayan halkı yeni yönetime ısındırmak için, alışkanlıklarını sürdürme politikası gereğiydi. Bu şekilde Osmanlı işgali altındaki memluk sultanlığı topraklarında bazı eski paraların kullanımına müsaade edildi. Fakat mısır dışında bu para birimi Osmanlıların buna verdikleri yeni adla, ‘’pare’’ olarak yaşamını sürdürdü. Memluk halkının kullandığı paraya verdikleri isim olan ‘’eşrefiye’’ zamanla unutturuldu. İran egemenliğindeki topraklar ise buranın gümüş parası olan şahi’nin tedavül yöresi oldu. Garp ocaklarında da para bakımından ayrıcalıklar vardı. En azında burada kesilen sikkeler şekil ve yazı bakımından farklılık gösteriyordu. Ancak bu yörenin para tarihi ile ilgili belgeleri çok kıttır ve 17. Yüzyıl başlarında bu iller bir çeşit özerklik içinde bulunuyorlardı. Sınırlarda yer alan iller, güneyde yemen, Avrupa’da Romanya’yı oluşturan voyvodalıklar, Macaristan ve Rusya’nın güneyinde kırım, kendilerine özgü tedavül alanları oluşturuyorlardı.



Osmanlı Devleti’nin çekirdeğini oluşturan Anadolu ve Rumeli belli bir süre sonunda akçe alanını oluşturdu. Belki hesap parası olarak bir müddet daha yaşadılar. Bu alanda memleket parası olarak gümüşten akçe tedavül ediliyordu. Bu yöredeki darphanelerde akçe kesilirdi. Gümüşünü buradaki darphanelerden birine götürene getirdikleri miktar karşılığında akçe verirlerdi. Akçenin darp serbestisi ve sonsuz ibra hakkı bulunuyordu. Ne devlet ne de halk bunları reddedemezdi. İlke olarak akçe saf gümüşten bir gramdan ufak bir sikkeydi.



Aynı yörelerde altından sultani diye bir sikke darp edilir ve tedavüle girerdi. Bu altın paralar duka’nın standart ve rayicindeydi. İlk darp edilişinde 129’u 100 miskal iken, 16. Yüzyılın ilk çeyreğinde 130’u 100 miskal ve 17. Yüzyılın ortalarında 131’i 100 miskal oldu. İlke olarak bu sikkenin de saf altından olması gerekiyordu. Fakat darphaneler kimi zaman valilerin bilgisi dahilinde hatta bu görevlilerin zorlamasıyla ayarlı ve hafif sikkeler basabiliyorlardı. Aynı şey akçe içinde geçerliydi. Bunun sorun yarattığı ve soruşturma gerektirdiği durumlarda olmaktaydı. Sultani ve kendisine modellik yapan Venedik dukasının rayiç bedelleri ise genel olarak aynıydı. 16. Yüzyılın ilk yarısında bu altın paraların 55 akçe olan rayiçleri sonradan 60 akçeye çıktı. Resmi kur 1584’e kadar bu düzeyde kaldı. Burada bir hazine uygulamasına değinmek gerek: hazine hesaplarında altın 58 akçeye gelir ve 60 akçeye gider kaydedilirdi. Bu farka bir çeşit sarrafiye gözüyle bakılabilir. Guruşlar tedavülde çoğaldığında bu kural onlara da uygulanırdı. Hazine tahsilatında gurus 38 akçe ödemelerde ise 40 akçe hesap edilirdi. Rayiç farkı “tefavüt-i hasene ve gurus” adı altında bir gelir kalemi oluşturulurdu. 1584 ayarlamasında altın 120 akçeye ve guruslardan İspanyol riyal guruşu 80, Hollanda aslanlı guruşu 70 akçeye tedavül edince, bunlar içinde 2 akçelik tefavüt hesabı uygulandı. 17. Yüzyılda sultaninin tartısında yapılan ufak bir ayarlamadan dolayı rakibi olan filori rayicinin altına düştü. Filori, sultani altını 40,60 akçe prim yaptı. Bu münasebetle sultaniyeye ‘’eşrefi’’ denmeye başlandı. Ancak sultani ve sultaniye adı tümüyle terk edilmedi.



Memluk sultanlığının sınırları içerisinde, Hicaz ve Yemen’de bu devletin tedavül eden gümüş parası elmelikü’l-müeyyed’in para reformunun eseridir. Ey-müeyyed Ocak 1414 ‘te tedavüle bir dirhemlik iki sikke sürdü. Vaktiyle Orhan Bey’in yarım Tebriz dirhemi ağırlığındaki ikilik akçesinin tutmaması gibi, el-müeyyed’in de bir haşimi veya ser’i dirhem ağırlığındaki dirhemi tutmadı. Buna karşılık yarım sikkesi bugünkü batı dillerindeki money, monnaine karşılığı olan para sözünde halen yaşamaktadır. Batılılar bunun adını el-müeyyed’den ötürü müeyyddiden türetilen medain, medini benzeri şekillerde bozdular. Osmanlılar, Fatih ve Bayezıd zamanında bu paralar Bursa’ya döviz olarak Halep’ten geldiğinden kadı sicillerinde ‘’halebi akçe’’ adıyla andılar. Halep vilayetinin ilk sayım sicilinde bulunan kanunnamede vergiler aynı şekilde halebi akçe ile değerlendiriliyordu. Yavuz Selim’in bir iç hazine dökümünde bu sikkeyi, akçeden ayırt etmek için ‘’kıt'a’’ ismi verilmiştir. Söylenişi zor olan bu kelime daha sonra farsça karşılığı olan ‘’pare’’ ile değiştirilmiştir. Mısır kökenli oluğundan da tam adı ‘’pare-i mısri’’ olarak isimlendirilmiştir. Bu adın ikinci sözcüğü, Suriye ve çevresinde, halk dilinde para anlamında tekil olarak ‘’mısriyye’’ olarak ve çoğul olarak ‘’masari’’ şeklinde adlandırılmıştır. 15. Yüzyıl sonlarında para birliği devri açıldığında, pare akçenin tahtına kondu.


Mısır’ın Osmanlı yönetimindeki ilk yılları para bakımından oldukça bunalımlı geçti. Mısır valisi Ahmet Paşa isyanının bastırılması üzerine, Kanuni Süleyman, ıslahat yapmak üzere sadrazamı İbrahim Paşa’yı mısıra gönderdiğinde pare'ye de düzen verdi. 1524'de düzenlenen mısır kanunnamesine göre pare % 16'sı bakır olan yüz dirhemlik gümüş bakır alaşımından 250 adet basılıyordu. Buna göre pare içindeki 1.050 gram gümüş bulunan 1.224 gram ağırlığındaki bir sikke idi. Pare; Kahire, Şam, Halep darphanelerinde basılıyordu. Yüz dirhemden 420 adet basılan akçede 731miligram gümüş bulunduğundan pare 1,5 akçe ediyordu.


Pare, 1552 ve 1564'te iki defa ayarlama girişimi atlattı. Bunların ilki merkezin de katılımıyla gerçekleşiyordu. Gümüş Hicaz’a kaçıyor diye parenin ayarını düşürme önerisi üzerine, İstanbul’dan Kahire’ye 18 kantardan bir miktar fazla (bir tonu aşkın) gümüş gönderildi. Fakat mısırlıların itirazı üzerine bundan vazgeçilerek, külçe gümüş Mısır’da satıldı. Ticaretin altın üzerinden yapıldığı Mısır’da ticaretin gümüş üzerine kaydırılmasından korkuldu. Mısırlıların itirazı gümüşün ithaline karşı olmalarından dolayıydı. İkincisi ayarlama ise, vali Sofu Ali Paşa’nın girişimiydi. Parenin ayarı %70'e kadar düşürüldü ve yüz dirhemden 292 pare basıldı. Ancak bu deneme girişimden ibaret kaldı ve arkası gelmedi. Ayarlanmış ve tartısı yarı yarıya düşmüş bir akçeyle, rayici bir pare iki akçe olarak değerlendirildiğinden tartı veya ayarı düşürülmüş olmalı. Bu rayiç 1666'da üç akçeye kadar çıktı ve bu düzeyini hep korudu. Akçe darbı ise on sekizinci yüzyılda durduruldu. Bu dönemden itibaren akçe bir hesap parası (bir değerlendirme birimi) olarak yaşadı. Pare, defalarca ayarlandı ve ağırlığı düşürüldü. Fakat hesapta hep üç akçe bir pare kabul edildiğinden darp edilmeyen akçe pare ile birlikte otomatik olarak ayarlanıyordu. Nizami ağırlığı, bin adedi şu kadar dirhem diye ifade edilen parenin ağırlığı ise şu seyri izledi:


Pare'nin 1000 adedi 1685'de 240 dirhem, 1688’de 230 dirhem, 1697'de 220 dirhem ve 1787'de 73 dirhem-i rumi olarak devam etti.



Osmanlı imparatorluğuna 16. Yüzyılda İran’dan katılan yerlerde, bir İran parası olan ''şahi'' tedavül ediliyordu. Buna, bursa kadı sicillerinde 1513 tarihli kayıtlarda rastlandığı görülebilmektedir. 1534'de Bağdat fethedildiğinde burada akçeden farklı ‘’süleymaniye’’ adı altın bir gümüş sikke bastırıldı. Bağdat’ın ticaretini canlandırmak ve buraya gümüş akınının sağlayıcısı sermaye birikimi sağlamak umuduyla, iltizamı 500.000 akçe olan Bağdat darphanesini 1.4 milyona ve daha sonra 2 milyona artıran mültezimler, bir miskalden değeri 7 akçe olan süleymani'nin rayici aynı kalmak şartıyla ağırlığını 20 krata (3,84 gram) indirmek istiyorlardı. Bu ayarlama ile 450'si yüz dirhem gelen akçelerle 7 akçe (4,774 gram) geldiğinden, süleymani başına darp giderleri dışında bir akçe kazanç sağlayacak, o zamanda Anadolu’dan Bağdat’a süleymani darp ettirmek için tüccar akçe getirecekti. Doğal olarak bu, kuzeyde Halep, Diyarbakır hatta Şam ticaretini olumsuz etkileyeceğinden bu şehirlerde süleymani darbı için izni istendi. Bunlara, 2. Selim zamanında Gümüşhane ve Erzurum’da katıldı. Anadolu tüccar gümüşünü bu darphanelere taşıdıkça, Anadolu’da akçe darlığı başladı. Akçenin kaçışını önleyememek, bundan umulan kazancı sıfırlamak çabalarına yol açtı. Bu şekilde akçenin kenarından çalınma hareketleri doğdu ve uzun süreler devam eden bir akçe kaçakçılığı hareketi başladı. Dolayısıyla bu durum 1584 yılında gerçekleştirilecek akçe ayarlaması koşullarını hazırladı. Öte yandan Anadolu ve güney illeri arasında olan altın devinimi bozuldu. Dış pazar için bir ticaret parası olarak düşünülen şahi, imparatorluğa yayıldı. Bu durum sonucu 16. Yüzyılın sonunda hazine hesaplarında bol miktarda şahi altını bulunuyordu. İlginç olan bunların ayarında demir bulunan bir kısmının Romanya’dan geldiğidir. Ancak 1640'dan sonra şahinin devri sona ermiş ve piyasadan silinmiştir. Bir Osmanlı para birimi olan şahi gibi İran para sisteminde de bu adla anılan bir sikke vardı. Osmanlılar şahi'nin adını Osmanlılaştırmak için kanuni buna ''süleymani'', ikinci selim ''selimi'', üçüncü murat ise ''padişahi'' adını vermek istemişlerdir fakat bu isimlerin hiç birisi tüccarlar arasında tutmamıştır.



Kanuni zamanında Bağdat ve Basra darphanelerinde dış pazar için iki ticaret parası daha darp ettirildi. Bunlar muhammedi adında gümüş sikkelerdi. Muhammedi değişik kalınlıkta ufak bir çubuk olup ortası çekiçlenerek yassıltılır, bu yassı kısım masa gibi katlanarak kat yeri bir kere de dıştan çekiçlenirdi.



Aynı dönemde kırım hanlığının kefe şehrinde bir darphane bulunmaktaydı. Burada darp edilen gümüş sikkeye “kefevi akçe” ismi verilmiştir. 15. Yüzyıl. Sonunda bunların üçü bir Osmanlı akçesi ederdi. 16. Yüzyıl ortalarında bunların onu bir Osmanlı akçesi ediyordu. 1552 yılı başında “akçenin ayarını terfi idesin” diye kırım hanına gönderilen ferman üzerine yeniden, önce üçü ve sonrada dördü bir Osmanlı akçesi edecek şekilde akçe darp edildi. Kırım İstanbul’un havyar, bal ve özellikle yağ ikmali bakımından çok önemli bir yerdi. Akçenin değeri İstanbul’un yağ fiyatlarına yansıdığından 1577 yılında Devlet Giray Han’ın (1551-1577) bir altın 300 kefevi akçe etmek üzere yeni akçe çıkarmak isteği İstanbul’da yağın okkasının 7-8 Osmanlı akçesine satılmasına sebep oldu. Evliya çelebi, seyehatnamesinde Osmanlı akçesinin Kırım’da kefe şehri dışında geçmediğini yazmıştır. Arşiv bilgilerinde her ne kadar kırım hanlığında bakır ve altın para darbına dair belge bulunamasa da, çeşitli para kataloglarında bu çeşit sikkeler bulunmaktadır. Evliya çelebi, ayrıca seyehatnamesinde kırım hanlığının altın parasına “kızılca“ adı verildiğini de belirtmiştir. Ayrıca geç tarihlerde gözlava ve bahçesaray’da kırım hanı adına para basıldığı bilinmektedir.



16. YÜZYIL DÜNYA PARA TARİHİNDE DÖNÜM NOKTASI



Yeni çağ altın para ve bunun yerini tutabilecek ağır gümüş sikkelerin kullanıldığı, bimetalist altın ve gümüş dönemi ile açılmıştır. Tedavülde yabancı para olarak genelde batıdan gelen altın paralar bulunuyordu. Batıdan çok seyrek olarak gümüş sikke geliyordu. Varlığına tanık olunan yabancı gümüş paralara Venedik’in ‘’marsel’’ adındaki bir gümüş sikkesi örnek gösterilebilir. 15. Yüzyıl sonunda bursa kadı sicillerinde Kafkasyalı ve İranlı tacirlerin taraf oldukları davalarda tenge, tengçe, sahruki, kılıçbegi gibi o ülkelerde kullanılan bazı gümüş sikkelerin adı geçiyordu. Aslında özetlemek gerekirse bu paralar aslında tedavülde bulunmuyordu. Anlaşıldığına göre doğulu tacirler bu sikkeleri kendi aralarında olan ticari ilişkilerde kullanıyorlardı. Buna karşılık yabancı altın para ticari ilişkilerde kullanıldığı gibi halk tarafından biriktirmede kullanılıyor, hazinece alınıyor ve devlet ödemeleri bunlarla yapılıyor; bir tasarruf hazinesi durumunda olan iç hazine mevcutlarında önemli bir yer tutuyordu. 15. Yüzyılda bunların yanında, yüksek değer taşıyan yabancı iri gümüş sikkeler Osmanlı topraklarında ihtilalci bir rakip olarak yer almaya başlayacaktı.


Altın paraların gözde olduğu 15. Yüzyılın ikinci yarısıyla yabancı iri gümüş sikkelerin tedavülde bollaştığı, 16. Yüzyılın son çeyreğine kadarki süre içinde bu altın paraların en itibarlısı Venedik dukasıydı. 1284’te tedavüle çıktığında adı zecchino (sikke) idi. Venedik dukalığına nispetle dukalık parasından kinaye bir adı da ‘’ducat’’ idi. Osmanlı topraklarında ise bu paranın adı Frenk altını anlamına gelen efrenciyye, hasen-i efrenciye ve frengi filori olarak isimlendirilmekteydi. Daha sonra ise 17. Yüzyılda adı saflığı anlamına gelen ‘’yaldız altını’’ ismini aldı. İstikrarlı bir sikke diye Venedik’in Avusturya imparatorluğu tarafından ilhak edildiği 1797 yılına kadar, itibarını ve uluslararası ödeme aracı olarak ününü korudu.


Tedavülde en çok rastlanan ikinci yabancı altın para; engürüsiyye veya Macar altını denen sikkedir. Bu altında Avrupa’da altın paraya dönüşte 1308 ile 1342 seneleri arasında, bu altın para Floransa’nın filori modeline göre Macar kralı Karlo Robert tarafından darp edilmiştir.


Memluk sultanlığı altını olan eşrefiye bu sultanlık hayatta olduğu süreç içerisinde dış pazarlarda itibar görüyordu. Osmanlılarda hazine mevcudunda ve terekelerde bulunduğuna bakarak halk arasında tasarrufta kullanılmakta olduğu söylenebilir. Eşrefiye’nin ünü, onu altın para anlamıyla eşdeğer hale getirdiğinden, darp eden hükümdarın adıyla anılması gelenek olmuştur. Bu altın para, sultani ve dukadan birkaç akçe aşağı değerde işlem görmekteydi. Buna göre 1480’li yıllarda sultani 47 akçeye geçerken eşrefiye 45 akçeydi. 16. Yüzyılın başında sultani 55 akçe olduğunda eşrefiye 52 akçe ediyordu. Memluk sultanlığının son döneminde ve Mısır’ın Osmanlı egemenliğindeki ilk yıllarında, mısırda kullanılan para birimleri çok istikrarsız bir dönem geçirdi. Ancak 1529‘da Mısır’a ıshalat için gönderilen sadrazam İbrahim paşa bu sikkenin darbını durdurdu ve Mısır’da sultani darp edildi. Ancak eşrefi altına 1600’lü yılların başına kadar tedavülde ve hazine hesaplarında rastlanmaya devam edildi.



16. Yüzyılda özellikle hazine hesaplarında, aynı sıklık ve yoğunlukla olmamakla birlikte, bir diğer yabancı altın para ile daha karşılaşılıyordu. Bu altın para sakız altını olarak anılmaktaydı. Sakız adası bilindiği üzere 1566 yılına kadar Cenevizliler ’in elindeydi. Bir Ceneviz sikkesi olması lazım gelen sakız altınına hazine hesaplarında adanın ilhakından sonra 16. Yüzyıl sonuna kadar rastlanmıştır.


Bir dereceye kadar gümüş darlığı eşliğinde Osmanlılarda gözlenen altının nisbi bolluğu, on besinci yüzyılın ikinci yarısında kısmen Balkanlar’daki maden ocaklarından Avrupa ve Mısırla dış ticaret ilişkilerinden geliyordu. Avrupa’ya ise altın, 15. Yüzyılda orta Avrupa madenlerinden, Macaristan maden ocaklarından, Afrika’dan mağrip ’ten ve Portekizliler ’in aracılığıyla Avrupa’nın Atlantik kıyılarından sağlanıyordu. Lizbon’a ulaşan altın tozu, avrupa darphanelerine ve sikkelenmiş olarak geleneksel ticaret yollarından dünyaya dağılıyordu. Mısır’da ise esrefiyenin ham maddesi sudan ve Habeşistan altın tozuydu ve. Mısıra Nil nehri kıyılarını izleyen yollardan ulaştırılıyordu. Ayrıca Magripli hacılar da bu ülkeye bir miktar altın tozu taşıyordu. 16. Yüzyılda bu konuda memluklere Osmanlılar halef olmuşlardır. Büyük miktarlara varmayan bu mütevazi altın para dolaşımı, o zamanki dünya ticaretini çevirmeye yetiyordu. Bu eski dünya maden kaynaklarına 16 yüzyılda yeni dünya altınları eklenmeye başladı. İlk altın para gelişi 1503’de İspanyol adalarından, Küba’dan yeni İspanya’dan ve daha sonraları kıta Amerika’sından gelmeye başladı. Bu altınların en yüksek düzeye ulaştığı dönem 1551 yılları 1560 yılları arasında olup; 43 tona kadar altın getirildiği bilinmektedir. Ancak bu düzey korunamamış ve 1571 ile 1580 yılları arasında 9 tona kadar inmiştir. Daha sonra 1591 ile 1600 yılları arasında altın sevkiyatı yeniden yükseliş göstermiş ve 19 tonu bulmuştur. Bu dönemden sonra ise 1651 ile 1660 yılları arasında ispanyaya Amerika’dan ancak yarım ton altın getirilebilmiştir.



OSMANLILARDA ALTIN DEVR-İ



Yerli (kendi maden ocaklarından), yabancı maden kaynaklarından ve dış ticaretten Osmanlı ülkesine gelen ve yine dış ticaret ilişkileri dolaysıyla, dış ülkelere giden altından artan kısım Anadolu, Suriye ve mısır arasında iç ticareti belli bir düzeye tutmaya ve kolaylaştırmaya yarıyordu. Mısır’da reformu gerçekleştiren İbrahim paşa, mısır eyaletiyle ilgili gelir ile giderlerini hesapladıktan sonra aradaki 600.000 altın tutan farkı (altın 3,5 gram hesabıyla) 2,1 tonu ülkenin korunmasını üstlenen merkeze, Mısır’ın katkısı olarak gönderilmesini esasa bağladı. Şam, Halep ve Diyarbakır eyalet bütçeleri, toplam olarak mısır eyaleti gelirini tutar ve bir miktar da aşardı. Mısır gibi bu eyaletler de gelir fazlasını merkeze altın olarak göndermekle yükümlüydüler. Bu eyaletler hesaplarını icmal muhasebelerinde (yevmiye ve bütçelerde) gümüş akçe ve altın parayla değerlendirirlerdi. Bu eyaletlerde hazine toplanan gelirleri her ne çeşit parayla olursa olsun kabul ediyordu. Hesap kayıtlarına gelince hesap parası olan pare ve sultani ile değerleri yazılırdı. Sene sonuna doğru bu eyalet defterdarları hazine nakit mevcudunu altına çevirmek işine girişirlerdi. Gümüş paralar halka dağıtılmak üzere sarraflara gönderilir ve altın karşılığında bozmaları istenirdi. Bu işleme ise ‘’tebdil-i hasene’’ adı verilirdi. Bu işlemden sonra defterdarlar eyalet gelirini altın olarak merkeze gönderirlerdi. Bu gönderilen altınlara ise ‘’irsaliye’’ denirdi. Mısır irsaliyesi önemli bir yekün tuttuğundan, mısır hazinesi diye anılırdı.


Bahsi geçen bu mısır hazinesi ise padişaha ayrılmıştı. Doğrudan doğruya, tasarruf hakkı sultana ait olan bu paralar iç hazineye alınırdı. Diğer eyaletlerin gelirlerinin tasarruf hakkı ise hükümet başkanı sıfatıyla sadrazama ve maliye bakanı durumundaki defterdara ait olan dış hazineye alınırdı. İç hazine fonları sultan bakımından gizli ödenek fonları olarak tabir edilebilir. Genel bütçeye karşılık olan dış hazine fonları ise bir kredi kaynağı görevi görür ve merkez bankası işlevi gibi işletilirdi. Kanuni Süleyman, orta Avrupa’daki savaşları sırasında mısır hazinesi sandıkları açılmadan Budin’e giderdi. Bu şekilde Şarlken ve Ferdinand ile olan mücadelede Afrika altını ile yeni dünya altın ve gümüşleri çatışmış oluyordu. Ulufe olarak dağıtılan meblağlar, Macaristan’dan yine geldikleri yerlere akardı. Barış zamanlarında İstanbul’dan güneye, Mısır’dan gelen pirinç, seker, zahire ve erzak bedeli olarak giderdi. Anadolu taciri eliyle Halep’e Şam’a baharat, ipekli kumaşlar ve erzak bedeli olarak giderdi. Sonra bu altınlar il geliri olarak tebdil-i hasene yoluyla tekrar İstanbul’a yola çıkardı. 16. Yüzyılın son çeyreğinde bu sağlıklı dolaşım akçe rayici belirlemesinde başa baş kuralına uyumsuzluğu ve sahneye çıkan yeni yabancı gümüş paraların piyasaları istilası sonucu bozuldu. şimdi bu yeni paraya, yani guruş’a ve arkasındaki Amerikan gümüş kaynağına değinmekte fayda var.




Yeni çağın başında bimetalizm ile birlikte, altının yerini tutacak iri gümüş paralar birçok ülkede birbirini izleyerek çıktı. Bu paraların, 15. Yüzyılın sonunda darp edilip piyasaya sürülenleri nispeten ufaktı. 1472 yılında Venedik’te basılan ve bir yüzünde dojun büstü diğer yüzünde San Marco’nun resmi bulunan gümüş livre 6,5 gramlık bir sikkeydi. 1474 yılında Milano’da darp edilen grossone ise 9,8 gramdı. Yukarıda zikredilen paralarla yakın tarihlerde 100 dirhem gümüşten 33 adet basılan Fatih’in muhammedhani’si ise 9,3 gram ağırlığındaydı. Kastil kraliçesi İsabel ile Aragon kralı Ferdinand’ın 1497 tarihinde tedavüle çıkardıkları teklik riyal’de (real) ise 3,79 gramdı. 15. Yüzyılın başında ise işletmeye açılan alman maden ocaklarından yararlanılarak, daha da iri gümüş sikke darbına geçilmeye başlandı. Saksonya’da 2 lot (25,58 gram) ağırlığında gulden groschen veya daller. Daha sonra bohemya gümüş madenlerini işleten schlick ailesi imparatordan joachimstaler darbı iznini aldı (1518). Hollanda’da darp edilen rixdaller de 25,98 gramdı. Dünya pazarlarını işgal edecek olan İspanyol reallari ise az önce sözünü ettiğimiz teklik real olmayıp bunun sekizlisidir. Bu İspanyol reallerinin sekiz tanesi Osmanlılar ‘da ‘’para’’ adıyla anılıyordu. 1728 yılına kadar bu paralar 0,931 ayarında idi. 231 yıllık bir istikrardan sonra ayarı 0,917'ye düşürüldü. Riyalin arkasında yeni dünyada keşfedilen gümüş maden yatakları vardır ve bunlar alışılmışın üstünde üretimde bulunuyordu. Dolayısıyla yeni dünya gümüşü Avrupa’da dolanımdaki maden miktarını iki hatta üç katına çıkardı. Bu gümüşler Amerika’dan İspanya’ya ve oradan da Avrupa ve ticaret yolları boyunca dünyaya dağılırken, Osmanlı ülkesine Akdeniz’den olduğu kadar, baltık ülkelerinden de geliyordu. İspanyollar 1521'de Meksika’yı fethettiklerinde, buradaki gümüş maden yataklarını islemeye başlayarak, Meksiko kentinde bir darphane kurdular. İspanyollar Panama’dan Şili’ye kadar sahil işgal ettiklerinde, bugünkü Kolombiya ve Bolivya’daki maden ocaklarını işletmeye açarak 1568 ile 1572 yılları arasında linya (Kolombiya’da) ve potozi (Bolivya)'de birer darphane açarak sekizlik riyallerin darbına başladılar. Aynı şekilde ispanyanın Sevilla şehrinde bulunan bir diğer darphane riyal basıyordu. Batılılar bu üç kaynaktan gelen sikkeler arasında kalite farkı ayrımı yapmamaktaydılar. Aynı şekilde Osmanlılar da böyle bir ayrıma gitmiyorlardı.


Osmanlı para tarihinde önemli bir yer tutan diğer para girişi ise Hollanda’nın kaynaklarımızda adını her iki yüzünde bulunan aslan resminden alan esedi veya aslanlı ismiyle anılan gülden’dir. Arap eyaletlerinde bu paraya köpekli anlamında ‘’ebükelb’’ ismi verilmiştir. Batıda bu paranın adı ‘’rixdollar’’ olan bu paranın darbında kısmen yerli maden ocaklarının gümüşünden yararlanılmasına karşılık, büyük ölçüde Amerikan gümüşleri kullanılıyordu. İspanya’nın Hollanda’da reforma karşı açtığı savaşın finansmanı için akıttığı paralar bu bölgedeki darphanelerinde basılıyordu.



17. YÜZYIL YABANCI SİKKE İSTİLASI



1641'de yapılan sikke tashihi, sıkı bir politikayla birlikte birkaç senelik bir istikrar sağladı. Bu istikrar 1644'te sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın idamı üzerine yeniden bozulmaya başladı. Ayrıca sürüncemede devam eden bir savaş (Girit savaşı 1646-1669) hazineye çeki düzen verilmesine ve sağlıklı bir para politikası izlenmesine engeldi. Altın ve gurusların rayiçleri 1656 yılından itibaren hızlı bir şekilde tırmanmaya başladı. Akçenin 1658 yılından sonra 12,5 tanesinin bir dirhem olduğu dönemler yaşandı. Fakat altının rayicindeki tırmanma bu kadarcık bir ayarlama ile açıklanabilecek gibi değildir. Rayiç yükselmesine neden olarak yasal ağırlık altında akçe darbına hız verildiği ileri sürülebilirse de darphaneler bu dönemlerde ya kapalı yada az üretim yapmaktaydı. Bu dönemde İstanbul darphanesi bile ancak aralıklarla çalışabiliyordu. Ayrıca darptan oluşan hasılat o kadar azdı ki ancak birkaç nöbetlik gümüş islendiği anlaşılıyor. 1641 sikke tashihinde yılın son sekiz ayında yaklaşık sekiz milyon akçe hasılat sağlandı. Dördüncü Mehmed'in cülusu sebebiyle sikke tecdit olmalı ve bu münasebetle darphanenin hızlı bir çalışma içine girmesi beklenirdi. Oysa bu sultanın cülusundan birkaç ay sonrasına ait bir aylık hasılat ancak 23.200 akçeydi.


16. Yüzyıl sonrası darphanenin aralıklı faaliyetleri devam etti. Ancak bundan hazineye bir gelir sağlanamıyor, aksine zarara ediliyordu. Maden ocaklarında ise maden çıkartılmasının azalması da bu dönemde çoğalmaya başlamıştı. Madenler 4. Mehmed saltanatına kadar kapanmaya başladı. Bu durumda darphanenin yegane hammadde kaynağı artık yerli para hükmüne geçmiş yabancı paralardı. Yerli paralar gibi bu paraların rayiçleri de içerdikleri maden değerinin üstünde bulunuyordu. 120 akçeye geçen İspanyol riyal guruşunun ağırlığı 8,696 dirhem rayici de 120 akçe idi. Bundan 12 gram akçesi bir dirhem gelecek akçe darbı halinde, darp giderleri çıktıktan sonra 105 akçe elde ediliyordu. Dolayısıyla devletin akçe üzerinden kazancı olmadığı gibi akçe basımından zarar ettiği döneme gelinmiş oldu ve iktisadi yapıda ciddi bozulmalar gözlenmeye başladı. Bu durum karşısında 17. Yüzyılın ortalarında piyasadaki para arzı talebi karşılayamayacak duruma gelmesi üzerine Avrupalı tüccarlar yabancı mağşüş sikkeleri Osmanlı piyasalarına daha fazla taşımaya başladı. Tüccarlar için çok karlı olan bu iş akçenin hükümran olmadığı coğrafyada var olan para karmaşasını daha da arttırdı. Bu şekilde yabancı paraların adeta Osmanlı piyasalarını istila etmesi yüzünden ülkenin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren darphaneler ve buna paralel olarak gümüş madenleri birer birer kapanmaya başladı; neticede 4. Mehmed’in saltanatı esnasında (1648-1687) darphane sayısı altıya kadar düştü. Kapanan madenlerin yeniden açılamaması zamanla gümüş kıtlığına sebep oldu. Hem değersizliği hem yabancı para yoğunluğu sebebiyle akçe piyasalardan iyice çekilmeye başladı. Aynı dönemde sınırlı miktarda bakır sikke basıldı; ancak savaşları finanse edebilmek, hazinenin açıklarını kapatabilmek, altın ve gümüşün karşılamadığı para arzını ikmal etmek amacıyla 1688’de bol miktarda mankur / mangır veya pul denilen bakır paralar çıkarıldı. Bunların maden ve nominal değerleri arasında fark mevcut olup her mangır bir akçe değerindeydi. Hazine bakır sikkeyi ödeme aracı olarak kabul etmekteyse de altın ve gümüşte olduğu gibi isteyenin darphaneye külçe götürüp bakır sikke bastırması yasaktı. Nominal değeriyle maden değeri arasındaki fark ve kolay kar imkanı kısa sürede kalpazanların dikkatini çektiği için dışarıdan getirilen gemiler dolusu bakır sikke piyasaya sürüldü. Bu durumun piyasalarda oluşturduğu istikrarsızlık ve enflasyondan dolayı kasım 1691’de mangırların basımı ve tedavülü yasaklandı.



17. Yüzyılın sonlarına doğru yapılan bir düzenlemeyle para, akçenin yerine Osmanlı para birimi haline geldi. 1 para = 3 akçe, 1 kuruş = 40 para ölçüsü getirilen bu sistemdeki ilk gümüş kuruş 1690 yılında basıldı. Karmaşık olan para sistemini bir düzene koymak ve para birliğini sağlamak isteyen 2. Mustafa, 1696’da tedavüldeki farklı ayarlı altın ve gümüş paraları toplatarak yeniden ve tek ayar üzere bastırmak amacıyla İzmir, Edirne ve Erzurum’da yeni darphaneler açtırdı; yabancı sikkeleri yerli paraya dönüştürerek hazineye ek finansman sağladı. 1703 yılında gümüş kuruşun gram ağırlığı yeniden düzenlenip ufaklıkları darbedildi. İstanbul’da ve yakın bölgelerde kuruş sisteminin hakim olmasına rağmen İstanbul’dan, Balkanlar’ın bir kısmı ve Anadolu’dan uzaklaştıkça hakimiyet yabancı paralara geçmekteydi. Nitekim 18. Yüzyılın ikinci yarısına kadar taşranın pek çok yerinde kuruş esas para görevini hala üstlenememişti. Bu arada 18. Yüzyılın başından 1760’ların sonuna kadar yapılan tağşişler neticesinde kuruşun gümüş içeriği yaklaşık % 40 oranında azaltıldı. 1768’de başlayıp altı yıl süren Osmanlı-Rus savaşı tağşişi daha da hızlandırdı ve kuruş 1808 yılına kadar değerinin yaklaşık % 50’sini kaybetti. 1. Abdülhamid, savaşın sebep olduğu mali buhrana çare bulabilmek için 1789’da reel değerinin % 20 üzerinde nominal değere sahip olan, ikilik diye adlandırılan sikkeleri, 3. Selim ise 50 ve 100 paralık mağşüş sikkeleri piyasaya sürdü. Bu mağşüş sikkeler her ne kadar kısa vadede hazineye sıcak para sağlayıp yararlı gibi göründüyse de uzun vadede piyasalar için olumsuz ve enflasyonist bir etki yaptı.



Altının ülke dışına kaçışının engellenememesi zaman zaman devleti mevcut paraları tağşiş etmek zorunda bıraktı. Nitekim 1703’te tuğralı, 1713’te zincirli / zencirekli, 1716’da fındık ve 1729’da zer-i mahbüb isimli altın paralar basılıp piyasaya sürüldü. Bu sikkelerden aynı isim altında Mısır’da basılanlarının içerdikleri altın miktarı ise daha düşüktü. 19. Yüzyıl, özellikle ülkede gerçekleştirilen reformlardan, ulaşım ve finans sistemlerinde meydana gelen gelişmelerden dolayı Osmanlı piyasalarının dünya ekonomisine iyice entegre olduğu ve dış ticaret hacminin öncesiyle kıyas kabul etmez derecede büyüdüğü bir dönemdir. Bu aynı zamanda paraya olan ihtiyaç ve talebin de artması anlamına gelmekteydi. 18. Yüzyılda iyice ivme kazanmış olan tağşiş uygulaması 2. Mahmud devrinde imparatorluk tarihinin en üst düzeyine ulaştı ve bu dönemde Osmanlı maliyesindeki en büyük tağşiş gerçekleşti. Bu süre içerisinde gümüş kuruş değerinin % 85’ini kaybetti; altın sikkeler de bu akıbetten kurtulamadı. İlk defa bu devirde altın içerikleri farklı olan rumi, adli ve hayriye adlı sikkeler basıldı. İlk Osmanlı parası olan gümüş akçe ise en son 1834’te çıkarıldı



Yerli ve yabancı pek çok değişik isim ve ayarlı paranın kullanılması bunlar arasında fiyat farkları meydana getirmiş, bu da para alıp satmayı ve bunlar arasındaki farktan yararlanmayı meslek haline getiren bir aracı grubu (sarraflar) ortaya çıkarmıştı. İstanbul’un yanı sıra Anadolu ve Rumeli’nin önemli ve ticaretin canlı olduğu şehirlerinde faaliyet gösteren sarrafların devletle ve devlet adamlarıyla sıkı ilişkileri vardı. Özellikle tanzimat döneminden 1880’lere, yani Avrupa bankalarının Osmanlı Devleti’nde şubeler açıp doğrudan faaliyete geçmelerine kadar galata bankerleri altın çağlarını yaşadılar. Zira Avrupa’daki sermaye çevrelerinden edindikleri düşük faizli ve uzun vadeli kredileri devlete kısa vadeli ve yüksek faizli avanslara dönüştürerek büyük kazançlar elde ettiler.



19. Yüzyılın başlarında Osmanlı para sistemindeki karmaşık yapı hala devam etmekteydi. 2. Mahmud döneminde (1808-1839) piyasada otuz altı çeşit gümüş paranın olduğunu belirtmek bu karmaşıklığın boyutları hakkında bir fikir verebilir. Tanzimat’la birlikte para sistemine bir düzen verilmesi amacıyla bazı girişimler yapıldı. 1844’te çıkarılan tashîh-i ayar fermanı ile sikke konusu düzenlendi ve 1 altın lira = 100 gümüş kuruş esası benimsenerek tekrar bimetalizm sistemine geçildi. Osmanlı sikkeleri bu fermanla 100 ve 50 kuruşluk altın, 20, 10 ve 5 kuruşluk gümüş sikkeler olarak tespit edildi. Öncelikle 22 ayar altından 100 ve ardından 17 haziran 1844’te 50 kuruşluk altın sikkeler hazırlandı. Fermanda yer almamasına rağmen daha sonra 25 kuruşlukla 2,5 ve 5 liralık altın paralar piyasaya sürüldü. Böylece piyasada tedavül eden altın para çeşidi beşe çıktı. Öte yandan bu düzenlemeyle beraber darphane de tüccar malı altın ve gümüşü belli bir ücret karşılığında işlemeyi kararlaştırdı. Karşılığında altından % 1 ve gümüşten % 2,7 işleme ücreti alacaktı. Düzenlemenin yapıldığı ilk sene darphanede 12 milyon liralık altın ve 4 milyon liralık gümüş sikke basıldı. Devlet bu düzenlemeden sonra mali bir tedbir olarak zaman zaman uyguladığı para tağşişine son verdi.



Bu sistemde altın sikke ile 20 kuruşluk gümüş sikke (mecidiye) temel para olma özelliğini sürdürdü ve devletin sonuna kadar tağşiş edilmeksizin değerini korudu. 1881’den itibaren gümüş paranın yavaş yavaş piyasadan kaybolması neticesinde altın Osmanlı parası için tek standart (monometalist) konumunu kazandı. Ancak devlet yine de 1916’ya kadar gümüşü ödeme aracı olarak kabul etti. Böylece esas itibariyle altının ve yan ödeme aracı olarak gümüş paranın benimsenmesiyle birlikte “topal altın standardı” diye adlandırılan bir ara sistem ortaya çıktı. Altın ve gümüş paraların yanında küçük alışverişlerde kullanılmak amacıyla bakır ve 20 haziran 1910’da kabul edilen bir kanunla 40, 20, 10 ve 5 paralık nikel sikkeler basıldı. 8 nisan 1916’da çıkarılan tevhid-i meskükat kanun-ı muvakkati ile değer ölçüsü olarak altın ve para birimi olarak kuruş esası benimsenip altına dayalı tek maden sistemine geçildi. Bununla birlikte altının yanında gümüş ve nikel paraların tedavülüne de izin verildi. Ancak nikel parayla en fazla 50 ve gümüşle de 300 kuruşa kadar olan borçlar ödenebilirdi. 19. Yüzyılın özellikle ikinci yarısından sonra artan ticari ilişkilere paralel olarak ingiliz sterlini ve fransız frangı da osmanlı piyasalarında sıkça görülmeye başlanmıştı. Bu geçici kanunla birlikte yabancı paralara sekiz ay tedavül süresi tanındı ve bu müddetin sonunda tedavülleri yasaklandı.



OSMANLILARDA KAĞIT PARA



Osmanlı maliyesinin tanzimat’tan sonra zaruret yüzünden üç defa temsili para uygulamasına geçtiği görülmektedir. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından hazinenin sıkıntılarına çözüm bulabilmek amacıyla 1775’ten itibaren maliye tarafından uygulamaya konulan ve zaman zaman kaldırılan esham sistemi biraz daha geliştirilerek ilk Osmanlı banknotları (kağıt para) Abdülmecit tarafından 1840 yılında ''kaime-i nakdiye-i mutebere'' adıyla, bugünkü dille para yerine geçen kağıt, bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde olmak üzere çıkarılmıştır. Bu paralar matbaa baskısı olmayıp, elle yapılmış ve her birine de resmi mühür basılmıştır. Kaimelerin zaman içerisinde taklidinin kolayca yapılması ve kağıt paraya olan güvenin azalması nedeniyle 1842 yılından itibaren matbaada bastırılmasına başlanarak, el yapımı olanlarla değişimi sağlanmıştır. Osmanlı imparatorluğunda 1862 yılına kadar çeşitli şekil ve miktarlarda kaime ihraç edilmiştir. Başlangıçta % 12,5 olan kaime faizleri önce % 10’a, ardından 6’ya indirildi ve nihayet sıfırlandı. Gün geçtikçe miktarının fazlalaşması ve değerinin azalması neticesinde pek çok sosyal soruna sebep olan bu ilk kaimeler İngiltere’den alınan bir borçla eylül 1862’den itibaren piyasadan çekildi. Osmanlı imparatorluğunda, 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı bankası ''bank-ı osmani'', 1863 yılında Fransız ve İngiliz ortaklığında ''bank-ı osmani şahane'' adıyla bir devlet bankası niteliğini kazanmıştır. Osmanlı imparatorluğunun sık sık avrupa piyasalarından borçlanmak zorunda kaldığı dönemlerde İngiltere ve Fransa, devletten ziyade, kendi idaresi altındaki bu bankaya güven duymuş ve mali ilişkilerini bu banka kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir. Osmanlı imparatorluğunda, 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı bankası ''bank-ı osmani'', 1863 yılında Fransız ve İngiliz ortaklığında ''bank-ı osmani şahane'' adıyla bir devlet bankası niteliğini kazanmıştır. Osmanlı imparatorluğunun sık sık avrupa piyasalarından borçlanmak zorunda kaldığı dönemlerde İngiltere ve Fransa, devletten ziyade, kendi idaresi altındaki bu bankaya güven duymuş ve mali ilişkilerini bu banka kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir. Osmanlı imparatorluğu, Osmanlı bankasına hükümetin hiç bir biçimde kağıt para basmayacağı ve başka bir kuruma da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak, 30 yıl süre ile kağıt para ihracı imtiyazını vermiştir. Osmanlı bankası ilk olarak 1863 yılında, istendiğinde altına çevrilmek üzere, maliye nezareti ve kendi mühürlerini taşıyan banknotları tedavüle çıkarmış, 1863-1914 yılları arasında da çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etmiştir.




1877-1878 osmanlı-rus savaşını finanse edebilmek için başvurulan ikinci kaime tecrübesi birincisinden daha sancılı oldu. Para basma (emisyon) imtiyazını 1863’te kurulan bank-ı osmani-i şahane’ye veren devlet, yaklaşan savaşı finanse edebilmek amacıyla her türlü riski göze alarak bankanın izni olmaksızın hassas bazı bölgelerin dışında bütün ülkede tedavül etmek üzere kaime çıkardı; buna karşılık bankaya basılan paranın % 1’i oranında komisyon ödendi. Bu uygulamada kaime çok değer kaybetti ve 1 altın, kaime olarak 13 liraya kadar yükseldi. Hazinenin elinde savaşın ardından kaimeyi piyasadan çekecek imkanlar bulunmadığı için çıkarılan toplam 16 milyon liralık kaime 1878’den sonra tedrici şekilde piyasadan çekildi.



Birinci dünya savaşı sırasında Osmanlı bankası hükumetin avans ve banknot ihraç isteğini geri çevirmiştir. Bu anlaşmazlık, bankanın savaş döneminde banknot ihraç ayrıcalığını kullanmayacağını açıklaması üzerine giderilmiş ve Osmanlı yönetimi, 1915 yılından itibaren altın ve alman hazine bonolarına karşılık düyun-ı umumiyye idaresi’nin denetiminde banknot piyasaya sürmüştür. Yedi tertipte basılan toplam 161.018.663 liralık kaimenin bir kısmı Osmanlı döneminde piyasadan çekildiyse de 153.748.563 liralık kısmı Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etti. Cumhuriyet’in ilk kağıt paralarının 5 aralık 1927’de piyasaya sürülmesi üzerine Osmanlı kaimeleri altı ay içinde piyasadan çekildi.



OSMANLILAR'DA PARA İLE İLGİLİ TERİMLER


KESE: altın ve gümüş paraların muhafazasında kullanılan torbaya dendiği gibi ayrıca, belli bir miktar parayı bildiren bir terimdir. Akçe için 'kese" altın için de "sürre" deyimi kullanılmıştır. Fatih ve 2. Bayezıd zamanında, 30.000 akçe veya 10.000 altına “kese” denirdi. Daha sonra Trablus, Tunus ve Cezayir darphanelerinde basılan "sultani” altını keselerinin her biri 1.000’er adetlik olup, 1537'de 100.000, 1660 ve 1661'de 40.000, 1688'den sonra 50.000 akçe’ye “1 kese” denilmiştir. Osmanlıların mali konuları daima kese üzerinden yürütülmüştür. 1635'te yapılan ilk bütçe, kese hesabı ile olmuş, 1876 yılında birinci meclis-i mebüsan'a verilen bütçeye kadar bu usul devam etmiştir. Osmanlı maliyesinde üç türlü kese vardı: kise-i rum 500 kuruş, divan-i kese 416 kuruş, mısır kesesi 600 kuruş (sadece Mısır’da kullanılırdı). Ayrıca kese terimi, özel alışverişlerde de kullanılmıştır.


YÜK : 2 keseden oluşan 40.000 ile 100.000 akçe arasında değeri değişen para ölçüsüdür.


SİKKE-İ HASENE: para yerinde kullanılan bir tabirdir. Sikke Osmanlılarda biri damga, diğeri nakit yerine olmak üzere iki şekilde kullanılırdı. Doğrudan doğruya para kastedildiği zaman bu tabir kullanılırdı.


DİRHEM-İ CEYYİT: Osmanlı’da karışık, bozuk olmayan gümüş para anlamında kullanılan bir tabirdir.


İRSALİYE AKÇESİ: Mısır’dan her sene gelen padişahların cep harçlığıdır. Bu para, 17. Yüzyıl ortalarında 600.000 altın civarındaydı.


AKÇE-İ BÜZÜRG: ilk olarak 1470 yılında fatih sultan Mehmed döneminde basılmış olan yaklaşık 9 gram ağırlığında ve 10 akçe değerinde çok nadir bulunan bir gümüş paradır. Halk arasında “gümüş-i sultaniye” ismiyle bilinir.


CEDİT İSLAMBOL: 1715'te basılan altın paralar hakkında kullanılan genel bir tabirdir. Ayrıca ''sikke-i cedid-i zer-i islambol'' olarak da bilinirdi. 1696 da bastırılan sikkeler para sorununu çözememiş ve payitahtta basılan altınlara diğer sikkeler dahi mağşuşiyetten kurtulamamış olduğu için bir yüzüne tuğra diğer yüzüne "duribe fi islambol" olmak üzere yeni sikkeler bastırılmıştı. Bu arada basılan 3’er kuruşluk altını 1696 yılında basılan altınlardan ayırmak için bu isim verilmiştir.


CEDİT ZİNCİRLİ / CEDİT ZENCİRİKLİ: 1725’te 3. Ahmet döneminde Tebriz seraskeri’nin talebi üzerine Tebriz’de bir darphane kurularak burada 24 ayar altından 100 adedi 110 dirhem ağırlığında 400 akçe kıymetinde altın olarak basılmış paralardır. Bu paralar önce İstanbul altınları ile eş değer tutulmuş, Tiflis ve Revan’da da bu tip para darbı gerçekleştirilmiş ancak ayar konusunda takip eden günlerde sahtekarlık yapıldığı tespit edilmiş, Tebriz darphanesi önce uyarılmış sonra İstanbul’da bastırılan örnekler gönderilmiş, yanlışta ısrarın devamı üzerine bu darphaneler kapatılmıştır.



KARA KURUŞ: mevcut ekonomik sıkıntıyı gidermek için 2. Mahmut'un 21. Cülus yılında akıl edilen bu dahiyane buluş neticesi, %17 ile %22 arasında değişen düşük ayarlarda gümüş ile para basılmış, bu paralar halk tarafından kullanıldıkça içeriğindeki yüksek bakır oranı sebebi ile kararmaya başlamış ve bu para hak arasında ''kara kuruş'' veya bu tip paralara (5 kuruş, 100 para, 40 para, 20 para, 10 para) “kara kuruş aksamı” denmeye başlanmıştır.


MECİDİYE: 20 kuruş değerinde gümüş paradır. Sultan abdülmecit, 1840’ta para ayarlarının düzenlenmesiyle ilgili fermanıyla eski sikkelerin kaldırılmasını buyurdu. 1840’ta padişahın bu fermanı üzerine yeni sikkelerin (paraların) basılmasına başlandı. Bu paralar 500 kuruşluk (beşibirlik), 100 kuruşluk (yüzlük), 50 kuruşluk (ellilik) altın mecidiye, gümüş mecidiye olarak basıldı. 1848’de 250 kuruşluk altın mecidiyeler çıkarıldı. Altın ve gümüş mecidiyelerin bir tarafında padişahın tuğrası ve cülusunun kaçıncı yılında basıldığını gösteren bir rakam; diğer tarafında da İstanbul’da basıldığını gösteren bir ibare ile 1839 rakamı (tarih) vardır. Mecidiye ve küçükleri olan gümüş sikkeler cumhuriyet devrine kadar tedavülde kaldı. Halk arasında genellikle mecidiye denilen gümüş paraya “sim mecidiye” veya “beyaz mecidiye” denirdi.
 
Son düzenleme:
Eline sağlık güzel konu olmuş.:good:

Altın Kural : Altını olan kuralı koyar.

Böyle bir laf duymuştum da hakikaten doğru.Günümüzde paralarda bildiğim kadarıyla altın,gümüşü tamamen kaldırdılar.Eskiden Amerika'da doları bankaya götürdüğünde gümüş vs neyse karşılığını alabilirmişsin üzerinde öyle bir ibare varmış.Şu an yok böyle bir olay usd tamamen ilüzyona dönüştü istedikleri kadar basıyorlar.100 sene evvel 10000 dolar büyük parayken şimdi değil.Sırf buradan bile oyunlar döndüğü asıl değerli olanın böyle madenler olduğu anlaşılıyor.
 
Eline sağlık güzel konu olmuş.:good:

Altın Kural : Altını olan kuralı koyar.

Böyle bir laf duymuştum da hakikaten doğru.Günümüzde paralarda bildiğim kadarıyla altın,gümüşü tamamen kaldırdılar.Eskiden Amerika'da doları bankaya götürdüğünde gümüş vs neyse karşılığını alabilirmişsin üzerinde öyle bir ibare varmış.Şu an yok böyle bir olay usd tamamen ilüzyona dönüştü istedikleri kadar basıyorlar.100 sene evvel 10000 dolar büyük parayken şimdi değil.Sırf buradan bile oyunlar döndüğü asıl değerli olanın böyle madenler olduğu anlaşılıyor.
Çünkü altın-dolar paritesi sabitti. Sonsuza kadar sürdürülemezdi. Paritede değişiklik yapılmadığı sürece durum Abd'nin aleyhine işleyecekti. Kurnazlıkla iptal edildi. Abd için para basmanın maliyeti yok değil, sadece bizim kadar ağır bedel ödemiyorlar bunun için.
Kendi fikrimi de belirteyim, Osmanlı'nın en büyük ekonomik hatalarından biri kendi parasının kullanımının dayatılmamasıdır.
 
Eline sağlık güzel konu olmuş.:good:

Altın Kural : Altını olan kuralı koyar.

Böyle bir laf duymuştum da hakikaten doğru.Günümüzde paralarda bildiğim kadarıyla altın,gümüşü tamamen kaldırdılar.Eskiden Amerika'da doları bankaya götürdüğünde gümüş vs neyse karşılığını alabilirmişsin üzerinde öyle bir ibare varmış.Şu an yok böyle bir olay usd tamamen ilüzyona dönüştü istedikleri kadar basıyorlar.100 sene evvel 10000 dolar büyük parayken şimdi değil.Sırf buradan bile oyunlar döndüğü asıl değerli olanın böyle madenler olduğu anlaşılıyor.
İstedikleri kadar para basamıyorlar yahu.Olur mu öyle şey allasen :D Ülke işgal edeceğine tüm ülkenin tapusunu alırsın o zaman.
 
Çünkü altın-dolar paritesi sabitti. Sonsuza kadar sürdürülemezdi. Paritede değişiklik yapılmadığı sürece durum Abd'nin aleyhine işleyecekti. Kurnazlıkla iptal edildi. Abd için para basmanın maliyeti yok değil, sadece bizim kadar ağır bedel ödemiyorlar bunun için.
Kendi fikrimi de belirteyim, Osmanlı'nın en büyük ekonomik hatalarından biri kendi parasının kullanımının dayatılmamasıdır.
Osmanlı da dayatma yoktur zaten ki bu Müslümanlıkta da yoktur. Ahlakına ters dayatma olayları vs.
He dayatmissin he sömürmüşsün bana kalırsa aynı şey.
 
Osmanlı da dayatma yoktur zaten ki bu Müslümanlıkta da yoktur. Ahlakına ters dayatma olayları vs.
He dayatmissin he sömürmüşsün bana kalırsa aynı şey.
Ülke içinde her türlü para biriminin kullanılabilmesinin ticaret gibi belirli amaçları var. Ama artısı eksisi değerlendirildiğinde Osmanlıya çok büyük zarar vermiş, daha sonra da bu hatadan dönülemiyor para sürekli değer kaybediyor bunun sonucu olarak.

Dayatmak tam karşılamıyor söylediğim şeyi. Şu an Tl bize dayatılmıyor ama zorunlu, bundan rahatsız da değil kimse.
 
İncelemeyi nereden, nasıl yaptın? Çok fazla bilgi var ve kaynak göremiyorum. Kaynakları görürsem ve emek verdiğini görürsen sık kullanılanlara atıp okuyacağım bir ara boş olduğumda.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık