Birkaç yerde küfür var umarım sorun teşkil etmez.
Yorum bırakırsanız memnun olurum.
----
İlkbaharda yaşanan soğuk, karlı gecenin örttüğü şehirde sakin bir hava vardı. Rüzgârın esmeye üşendiği bu saatlerde her şeye rağmen insanın içi ürperiyordu. Arada sırada yanıp hemen ardından sönen sokak lambalarının aydınlatmaya güçlük çektiği ve tabi ki ayın yardım etmeye tenezzül etmediği yollar işten eve dönen yaşlı ve sıkıcı canlıların ağır ağır kullandığı birkaç eski külüstür araba ve günlük seferlerini yapan otobüsler dışında boş sayılırdı. Ara sokakların bu sessizliğine rağmen ana caddelerdeki çoğu dükkân tıklım tıklım doluydu.
Modern aydınlatma sistemleriyle ışık saçan parlak camekânların arasında, genç bir adam salyangoz misali ilerliyordu. İki adımı arasında birkaç insan yanı başından hızla geçse de pek umursadığı söylenemezdi onları. Kendini bile umursamazken onları sikine takacak durumu yoktu. Bazen ayağını yere sürüyordu bazense bir metre kadar yukarı kaldırıp insanları kendine güldürüyordu. Attığı ters bakışların ardından birkaç saniye kesilen gülüşmeler o tersi yöne bakınca kendiliğinden tekrar ortaya çıkıyordu. Sıkılmıştı bu anlamsız gösteriden.
Bir lokantanın önünden geçerken duraksadı. Burnuna gelen kokuyu iyi tanıyordu. Annesinin yaptığı mercimek çorbası… Üstünde bolca baharat…
Gurr… Gurr…
Elini karnına götürdüğü sırada hızla kapı açıldı. İri kıyım bir adam karşısında dikiliyordu. Elinde biçimsiz bir sopa vardı. Başındaki beyaz şapkadan ve üstündeki, şapkasıyla uyumlu, önlükten aşçı olduğu anlaşılıyordu. Belki aşçıbaşıydı. Pek önemi yoktu gerçi. Şu an için sadece o vardı, dikilen adam. Kaşlarını aralarında yaklaşık doksan derecelik açıyla çatmıştı. Gözleriyle küfrediyordu adeta. Ağzından alev topları fırlatmak üzere olan ejderhayı andırıyordu.
‘Acı biber yemiş olmalı.’ Dedi içinden. Ardından kendi kendine yaptığı iğrenç esprisi, yüzünde espriyle aynı iğrençlikte bayat bir gülümseme oluşturdu. Hiçbir amacı olmayan bu tebessüm aşçının ya da aşçıbaşının kaşlarını iyice daraltmasına neden olmuştu.
Ağzı açıldı adamın,
‘’Kış kış.’’
Bakış açısını değiştirdi. Yüzündeki tebessüm kayboldu. İri adamın ağzından çıkan iki kelime ağrına gitmişti. İnsandı, köpek ya da tavuk değil. Ağız dolusu küfür savurmak istedi, yapamadı. Korkmuş muydu? Hayır. Ya da evet. Aslında biraz korkmuştu. Adam onun iki katıydı en az. Tek yumruğuyla öbür tarafı boylatabilirdi. Yapmadı. Sadece yüzünü çevirdi ve içinden küfretti. Ağzını okumaması onun hayrınaydı. İzin vermedi görmesine.
‘’Burada senin gibi çapulculara artık bile vermeyiz beleşe. Şimdi siktir git.’’
Sessiz kaldı. Ondan bir şey istemeden, hatta belli etmeden böyle bir kanıya nasıl varabiliyordu? Bir de ettiği küfür ve hakaret… Zoruna gitmişti. ‘Orospu çocuğu’ dedi. Tabi ki yine içinden.
‘’Senden bir şey istemedim ki. Param olup olmadığını bilemezsin. Ön yargının sebebi nedir ihtiyar?’’
Birkaç saniye boyunca alaycı bir kahkaha attı adam. ‘’Midenin gurultusu mutfaktan duyuluyor ve şu kılığına bak. Üzerindeki ceket en az yirmi yıllık. Babanın mı ya da dedenindir belki? Ön yargı mı? Yalan olduğunu söyle bakalım velet. İnkâr et hadi. Et de sopayı sırtında kırayım!’’
Güldü,
‘’Gerek yok.’’ Dedi. Sırtını dönüp uzaklaşmaya başladı lokantanın önünden. Birkaç adım atmıştı. Adam tam tekrar içeri giriyordu ki geri döndü. ‘’Ceket… Dedemin veya babamın değil. Yıllar önce babama John Ronald adında bir ihtiyar vermiş. Ondan bana kalan bir miras. Yanıldın.’’
Ağzından dökülen son kelime de iri adamın kulağına girince arkasına dönüp adımlarını hızlandırdı, artık salyangozdan çok tavşana benziyordu. Bazen sekerek ilerliyor bazen de koşmaya başlıyordu. Belli bir düzeni olmadan. Gerideyse şaşkın bakışlar içinde onu izleyen bir aşçı ya da aşçıbaşı bırakarak.
Ve evine son adımı attığında kesin fikri oluşmuştu, adam basit bir aşçıydı. En azından kendi evinde çalışan aşçıbaşılardan hiçbirine benzemiyordu…
Yorum bırakırsanız memnun olurum.
----
İlkbaharda yaşanan soğuk, karlı gecenin örttüğü şehirde sakin bir hava vardı. Rüzgârın esmeye üşendiği bu saatlerde her şeye rağmen insanın içi ürperiyordu. Arada sırada yanıp hemen ardından sönen sokak lambalarının aydınlatmaya güçlük çektiği ve tabi ki ayın yardım etmeye tenezzül etmediği yollar işten eve dönen yaşlı ve sıkıcı canlıların ağır ağır kullandığı birkaç eski külüstür araba ve günlük seferlerini yapan otobüsler dışında boş sayılırdı. Ara sokakların bu sessizliğine rağmen ana caddelerdeki çoğu dükkân tıklım tıklım doluydu.
Modern aydınlatma sistemleriyle ışık saçan parlak camekânların arasında, genç bir adam salyangoz misali ilerliyordu. İki adımı arasında birkaç insan yanı başından hızla geçse de pek umursadığı söylenemezdi onları. Kendini bile umursamazken onları sikine takacak durumu yoktu. Bazen ayağını yere sürüyordu bazense bir metre kadar yukarı kaldırıp insanları kendine güldürüyordu. Attığı ters bakışların ardından birkaç saniye kesilen gülüşmeler o tersi yöne bakınca kendiliğinden tekrar ortaya çıkıyordu. Sıkılmıştı bu anlamsız gösteriden.
Bir lokantanın önünden geçerken duraksadı. Burnuna gelen kokuyu iyi tanıyordu. Annesinin yaptığı mercimek çorbası… Üstünde bolca baharat…
Gurr… Gurr…
Elini karnına götürdüğü sırada hızla kapı açıldı. İri kıyım bir adam karşısında dikiliyordu. Elinde biçimsiz bir sopa vardı. Başındaki beyaz şapkadan ve üstündeki, şapkasıyla uyumlu, önlükten aşçı olduğu anlaşılıyordu. Belki aşçıbaşıydı. Pek önemi yoktu gerçi. Şu an için sadece o vardı, dikilen adam. Kaşlarını aralarında yaklaşık doksan derecelik açıyla çatmıştı. Gözleriyle küfrediyordu adeta. Ağzından alev topları fırlatmak üzere olan ejderhayı andırıyordu.
‘Acı biber yemiş olmalı.’ Dedi içinden. Ardından kendi kendine yaptığı iğrenç esprisi, yüzünde espriyle aynı iğrençlikte bayat bir gülümseme oluşturdu. Hiçbir amacı olmayan bu tebessüm aşçının ya da aşçıbaşının kaşlarını iyice daraltmasına neden olmuştu.
Ağzı açıldı adamın,
‘’Kış kış.’’
Bakış açısını değiştirdi. Yüzündeki tebessüm kayboldu. İri adamın ağzından çıkan iki kelime ağrına gitmişti. İnsandı, köpek ya da tavuk değil. Ağız dolusu küfür savurmak istedi, yapamadı. Korkmuş muydu? Hayır. Ya da evet. Aslında biraz korkmuştu. Adam onun iki katıydı en az. Tek yumruğuyla öbür tarafı boylatabilirdi. Yapmadı. Sadece yüzünü çevirdi ve içinden küfretti. Ağzını okumaması onun hayrınaydı. İzin vermedi görmesine.
‘’Burada senin gibi çapulculara artık bile vermeyiz beleşe. Şimdi siktir git.’’
Sessiz kaldı. Ondan bir şey istemeden, hatta belli etmeden böyle bir kanıya nasıl varabiliyordu? Bir de ettiği küfür ve hakaret… Zoruna gitmişti. ‘Orospu çocuğu’ dedi. Tabi ki yine içinden.
‘’Senden bir şey istemedim ki. Param olup olmadığını bilemezsin. Ön yargının sebebi nedir ihtiyar?’’
Birkaç saniye boyunca alaycı bir kahkaha attı adam. ‘’Midenin gurultusu mutfaktan duyuluyor ve şu kılığına bak. Üzerindeki ceket en az yirmi yıllık. Babanın mı ya da dedenindir belki? Ön yargı mı? Yalan olduğunu söyle bakalım velet. İnkâr et hadi. Et de sopayı sırtında kırayım!’’
Güldü,
‘’Gerek yok.’’ Dedi. Sırtını dönüp uzaklaşmaya başladı lokantanın önünden. Birkaç adım atmıştı. Adam tam tekrar içeri giriyordu ki geri döndü. ‘’Ceket… Dedemin veya babamın değil. Yıllar önce babama John Ronald adında bir ihtiyar vermiş. Ondan bana kalan bir miras. Yanıldın.’’
Ağzından dökülen son kelime de iri adamın kulağına girince arkasına dönüp adımlarını hızlandırdı, artık salyangozdan çok tavşana benziyordu. Bazen sekerek ilerliyor bazen de koşmaya başlıyordu. Belli bir düzeni olmadan. Gerideyse şaşkın bakışlar içinde onu izleyen bir aşçı ya da aşçıbaşı bırakarak.
Ve evine son adımı attığında kesin fikri oluşmuştu, adam basit bir aşçıydı. En azından kendi evinde çalışan aşçıbaşılardan hiçbirine benzemiyordu…