Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

Charlie Chaplin vs Buster Keaton

Hangi sinema adamı?


  • Kullanılan toplam oy
    24
Buster Keaton ve Charlie Chaplin bu iki isimden dünyadaki çoğunluk gibi bende ilk önce Charlie Chaplin'i duymuştum ve izlemiştim ama bir televizyon programı izlerken "Buster Keaton mu yoksa Charlie Chaplin mi?" diye soru sorulmuştu konuğa konukta ikisi arasında bir seçim yapamayacağını ikisine de eşit derecede sempati beslediğini ve iş olarak filmlerinin yakın kalitede olduğunu söylemişti. Bende sonradan Buster Keaton'ın da Chaplin gibi hem yönetip hem yazdığı üzerine de oynadığı filmlere bir bakayım demiştim ve aynen Chaplin'de olduğu gibi ip söküğü gibi tüm filmlerini izliyorsunuz. Chaplin'deki dramı alamamıştım ancak Keaton'da ise daha yüksekte geçen bir aksiyon sezmiştim. Evet arkadaşlar sizden istediğim iki sinema adamı arasında hangisinin daha iyi olduğunu düşündüğünüzü söylemeniz.Önceden küçük bir tanıtım yapalım iki karakter arasında.
CHARLIE CHAPLIN

Charlie Chaplin, (d. 16 Nisan 1889, Londra - ö. 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu, yazar, film müziği bestecisi, kurgucu ve komedyen. Yarattığı "Şarlo" (İngilizce: Charlot, Tramp) karakteri ile özdeşleşmiştir.

Londra'nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913'te gittiği ABD'de sinemaya başlamıştı. 1914'teki ilk filmi Making A Living'in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan "Şarlo" tiplemesini yarattı. Takip eden yıllar içinde aralarında 1917 yapımlı The Immigrant ve The Adventurer gibi filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği A Dog's Life filmi ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı.

Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedisinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir.

Yarattığı 'modern palyaço' Şarlo ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını toplamasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak başlatılan karalama kampanyası; kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immigrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre'ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oskar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda Sahne Işıkları adlı filmle bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltereKraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür.
Great Dictator
Modern Times
The Gold Rush
City Lights
The Kid
Limelight
Bu belgeselden güzel bilgiler edinebilirsiniz Chaplin hakkında. :)
BUSTER KEATON


Anne ve babası vodvil komedyenleriydi. Buster adı ise aile dostları ve iş arkadaşları vaftiz babası Harry Houdini tarafından verilmişti. Küçükken birkaç tehlikeli kaza atlattı. Daha üç yaşındayken, ailesiyle birlikte Üç Keaton adı altında gösterilere çıkıyordu.

Kariyeri
İlk kez 1917 yazında, beraber iki bobinlik on beş kısa film daha çekeceği komedyen-yönetmen Fattie Arbuckle'ın filmi The Butcher Boyda rol aldı. 1920 yılında askerden döndükten sonra ilk uzun metrajlı filmini çekti ve birden yıldız oldu. Bir yıl içinde, kendi yapım şirketinde kendi yazdığı, yönettiği ve oynadığı filmler çekiyordu. Filmlerinde kullanılan şapkaları kendisi tasarlıyordu. Türkiye'de Malekadıyla tanınıyordu. Filmlerinde farklı tarzlar kullandı. Özellikle Stamboat Bill, Jr. filminde çektiği düşen duvar sahnesi oldukça ünlüdür. Fakat bütün bunlara rağmen Charlie Chaplin ve Harold Lloyd aktörlerin gölgesinde kalmıştı. 1928'de MGM stüdyosuna geçmek zorunda kalınca filmlerinin de ışıltısı iyice kayboldu.

Keaton'ın canlandırdığı tek drama Gogol'ün bir eseridir. Gogol'e büyük bir hayranlığı vardı.

Keaton, 1932 yılında rol aldığı Sherlock Jr. adlı filmde su kulesinin (eski binalarda bulunan geniş su hazneli metal boru) altındayken suyun fazla gelmesi nedeniyle düştü. Demiryolu hattına yuvarlanan oyuncu, boynunda bir ağrı hissetti. Buna rağmen boynunun kırık olduğunu tam 10 yıl boyunca fark edemeyen Keaton, uzun yıllar boyu şiddetli bir baş ağrısıyla yaşadı. Yıllar sonra doktora gittiğinde ilginç gerçekle karşılaşan aktör böylece tarihe geçti.

1932 yılında boşandı, alkolik oldu maddi sıkıntılar çekti ve 1935'te bir kliniğe yatırıldı. 1952'de eski evinde sakladığı bazı filmleri bulununca yeniden hatırlandı ve filmlerine akademik bir ilgi gösterilmeye başlandı ve ardından kendisine özel bir Oscar ödülü verildi. 1966 yılında, yüzden fazla film çektikten sonra kanserden öldü. Hiçbir filminde değişmeyen ifadesiz yüzü ile Büyük Taştan Surat lakabını kazanmıştı.
General
Sherlock jr.
Seven Chances
Go West
Three Ages
College
The Cameraman
Bu belgeselde Buster Keaton hakkında bilgi edinmenizde işinize yaracaktır. Türkçe çevirisini bulamadım kusura bakayın. :)
Bu da bonus olsun :)
Bu arada benim iki sinema adamının filmlerini toptan düşününce en sevdiğim film The Gold Rush. Sizlerde en beğendiğiniz filmlerini belirtirseniz mutlu olurum.
Kaynak olarak vikipediyi kullandım arkadaşlar. İleride umarım kendi dergimi açabilirsem buradaki vikipedi yazıların yerine kendiminkileri yerleştiririm. Bu arada şahsi kanaatim ikisinin arasında bir seçim yapılamayacağı. Bu arada ikisi de suratlarıyla ön plana çıkar. Birisi taş gibi hiç gülmeyen suratıyla diğeri ise hep gülen o ilginç bıyıklarıyla. :)
 
Son düzenleme:
Eline sağlık. :) Buster Keaton resmi filmden mi gerçeği değil çünkü ? Konuya gelmişken yazmamak olmaz.Pek izleme şansı bulamasam da birde Harold Lloyd var bu üçü bilinir sadece ikisi değil.


Chaplin tabii sinema adamı olarak bambaşka yerde çekip oynadığı filmler olsun vurduğu damga olsun herkes tarafından biliniyor.Ancak dönemin slapstick komedi denilen 20 dakikalık filmleri açısından kıyaslayacak olursam hiç aşağı kalır yanı olmadığını söyleyebilirim Buster Keaton için.Hatta daha yaratıcı çok daha komik bulduğum filmleri var.Buster'ın filmleri daha çok mühendislik üzerine kurulu o yıllarda yapılmasına şu an bile şaşıracağınız şeyler.


Onun dışında uzun metraj kıyaslayacak olursak The General,Sherlock Jr gibi filmler ne kadar muhteşem de olsa Chaplin'in uzun metrajları çok büyük başyapıtlardır.Ayrı bir deha ürünü sinema tarihine kazınmış filmler.Sinema adamı denecek olursa bu elbette Chaplin olacaktır.Yanılmıyorsam Atilla Dorsay sadece onu hem yönetmen hem de oyuncu olarak kitaplarına almıştı.Sinema tarihinde benzeri yok.

Chaplin filminde geçiyor mesela.Kör bir kıza zengin olduğunu nasıl belli edersin diye çekecekken düşünmüş.Limuzinin kapı çarpma sesini sahneye koyarak daha sonrasında çözümü bulmuş.Öyle filmler artık çekilmiyor.
 
Eline sağlık. :) Buster Keaton resmi filmden mi gerçeği değil çünkü ? Konuya gelmişken yazmamak olmaz.Pek izleme şansı bulamasam da birde Harold Lloyd var bu üçü bilinir sadece ikisi değil.


Chaplin tabii sinema adamı olarak bambaşka yerde çekip oynadığı filmler olsun vurduğu damga olsun herkes tarafından biliniyor.Ancak dönemin slapstick komedi denilen 20 dakikalık filmleri açısından kıyaslayacak olursam hiç aşağı kalır yanı olmadığını söyleyebilirim Buster Keaton için.Hatta daha yaratıcı çok daha komik bulduğum filmleri var.Buster'ın filmleri daha çok mühendislik üzerine kurulu o yıllarda yapılmasına şu an bile şaşıracağınız şeyler.


Onun dışında uzun metraj kıyaslayacak olursak The General,Sherlock Jr gibi filmler ne kadar muhteşem de olsa Chaplin'in uzun metrajları çok büyük başyapıtlardır.Ayrı bir deha ürünü sinema tarihine kazınmış filmler.Sinema adamı denecek olursa bu elbette Chaplin olacaktır.Yanılmıyorsam Atilla Dorsay sadece onu hem yönetmen hem de oyuncu olarak kitaplarına almıştı.Sinema tarihinde benzeri yok.

Chaplin filminde geçiyor mesela.Kör bir kıza zengin olduğunu nasıl belli edersin diye çekecekken düşünmüş.Limuzinin kapı çarpma sesini sahneye koyarak daha sonrasında çözümü bulmuş.Öyle filmler artık çekilmiyor.
Aaa düzelteyim onu French Stewart bu Keaton'ı oynamıştı. Teşekkürler fark etmemişim aslında daha pörtlek bir adam Keaton nasıl fark etmedim acaba :D
Edit:Buster Keaton'ın hayatı çok acınası yahu 1930'lara taşıyabilse başarısını çok daha iyi filmler çekebilirdi ancak hem kırık boyun hem alkolik olması geride bırakmış biraz daha ama ben hala ikisi arassında bir seçim yapamıyorum.
 
Aaa düzelteyim onu French Stewart bu Keaton'ı oynamıştı. Teşekkürler fark etmemişim aslında daha pörtlek bir adam Keaton nasıl fark etmedim acaba :D
Suratı Chaplin kadar unutulmaz değil ama o kadar da sıradan değil izleyeli uzun zaman olduysa olabilir.Bir yönetmen diyordu perdede Chaplin yerine Keaton tercih ederim.Çünkü Chaplin'i sinsi ve güvenilmez bulurum diyordu adam da haklı kendi bakış açısından rahatsız oluyorsa şimdi. :D Keaton öyle değil olayı farklı.
 
Atilla Dorsay'ın kitabından konusu varken atayım dedim.


Oynadıkları filmler hakkında bazı bilgiler irili,ufaklı spoiler bilgiler içerebilir gerçi 100 yıl olmuş ama uyarayım yine de. :)

Chaplin

Eskimeyen, modası geçmeyen küçük serseri, dünyayı bol pantolonu, melon şapkası
ve kıvrık bastonunun ucunda taşımayı başaran yüzyılın en popüler komiği,
belki de - tüm alanlar dahil - en popüler kişiliği...

Charlie Chaplin, “100 Yılın 100 Yönetmeni” adlı kitabıma girdiği halde, ayrıca
bu kitaba da giren tek isim. Oysa yönetmen olduğu kadar oyunculuğu da
önemli birçok isim var. Ama Chaplin, tek başına öylesine bir anıt-sanatçı ve önemi
öylesine büyük ki, diğerlerinin tersine, ondan iki kere söz etmenin kaçınılmaz
olduğunu düşündük. Bu yazıda, söz konusu kitabımızdaki yazıdan farklı biçimde
Chaplin’in değişik yönlerine yaklaşmaya çalışacağız.
Efsaneye göre, 1910 yılında bir Eylül akşamı, New York’a ilk ayak bastığı gün,
Chaplin dev kentin tiyatro semtinde yürüyor, ışıklara, kalabalığa ve dur-durak
bilmeyen harekete bakıyor. Ve şöyle diyor: “İşte ben buraya aitim.” Kastettiği,
Amerika değil. Nitekim hiçbir zaman Amerikan vatandaşlığına geçmiyor. Kastettiği,
tiyatro ve show dünyası ve onun dünyadaki merkezlerinden biri olan Broadway.
Hollywood demiyorum, çünkü o tarihlerde Hollywood henüz mevcut bile
değil!...
TIME dergisi, 8 Haziran 1998 sayısında Chaplin’i yüzyılın komedyeni statüsüne
yerleştiren yazısında anımsatıyor: 1910 sonları-20’lerde tüm ABD’yi saran
sinemaların kapısında, iki-üç haftada bir, kartondan kesilmiş dev bir Chaplin figürü
gözükür ve altında şöyle yazardı: “Ben bugün burdayım.” Bu sesleniş, bütün
ülkedeki milyonlarca çalışan, işsiz veya orta sınıftan insana mutluluğun çağrısı
gibi gözükürdü. Karanlık bir salona girip yarım saat (o yıllarda filmler kısaydı)
bir Chaplin güldürüsü izlemek, yaşanabilecek en büyük mutluluk, yaşamın
acı gerçeklerinden en iyi uzaklaşma yoluydu. Ve bu tüm dünyada böyleydi ve bu
yıllar boyu devam etti. Yüzyıl sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, dünyada birçok
ülkede televizyonlar hâlâ Chaplin’in sessiz kısa filmlerini yayınlıyor, sabah
saatlerinde... Ya da sesli dönemden ünlü klasikleri ekrana geliyor. Dünya, nerdeyse
yüzyıl sonra hâlâ ona gülüyor, onu seviyor. 1995’te sinema eleştirmenleri
arasında dünya çapında yapılan bir soruşturmada, yüzyılın en ünlü oyuncusu seçiliyor.
Mack Sennett onun ‘dünyaya gelmiş en iyi oyuncu’ olduğunu düşünüyor.
Erken dönem hayranları arasında Sigmund Freud, Bernard Shaw, Marcel
Proust da var. Freud şöyle diyor: “O hep aynı kişiliği oynuyor. Kederle örülü ilk
gençliğindeki halini.”
Chaplin’in 1914’ten itibaren ünlü ‘tramp - serseri’ kişiliğini yaratmasıyla birlikte,
onu kısa zamanda tüm dünyanın sevgilisi haline getiren özellikleri neydi,
hangi kökenlerden geliyordu? André Bazin şöyle diyor: “Şarlo, karıştığı tüm olaylara
hükmeden bir efsane kahramanıdır. Başka uygarlıklar için Odysseus veya
Korkusuz Roland ne ifade ediyorsa, o da dünyadaki yüz milyonlarca insan için
aynı anlamı taşır. Şu farkla ki, günümüzde antik kahramanları tamamlanmış, serüvenleri
ve olayları nihai olarak belirlenmiş edebi eserlerden tanımaktayız. Şarlo
ise her an yeni bir filme konu olma özgürlüğüne sahiptir. Chaplin, Şarlo tiplemesinin
yaratıcısı ve kefili olmayı hep sürdürecektir.”
Chaplin’in ülkelerin bugünkü refahtan uzak bir düzeyde hâlâ yoksulluk, işsizlik
ve açlıkla boğuştukları bir çağda, kitleleri yalnızca çok iyi ayarlanmış dakik,
planlı ve insancıl bir komik anlayışla kavramakla kalmadı. O, oynadığı kimliği ve
yaşadığı olayları çok iyi bildiğini de seyirciye hep duyumsattı. François Truffaut
şöyle diyor: “Anılarında yazdığı gibi, alkolik babası tarafından terk edilen ve annesinin
tımarhaneye götürüleceği kaygısıyla yaşayan Charlie, Kensington Road
duvarlarının dibinde yaşamını sürdüren dokuz yaşlarında bir küçük dilencidir
artık... Art arda birçok filmini çekeceği Keystone’a girdiğinde, müzikholdeki diğer
meslektaşlarından çok daha kısa sürede ilerlemiştir. Açlığı anlatan başka sinemacılar
da vardır, ama o açlığı gerçekten yaşamış olan tek sinemacıdır. Ve tüm
dünya seyircileri de bunu hissetmişlerdir.”
Böylece, tüm ilk dönem Chaplin filmlerinin dünyadaki yüz milyonlarca insanla
oluşturduğu o inanılmaz ve kolay açıklanamaz bağın niteliği sanırım daha
iyi anlaşılıyor. Chaplin Altına Hücum’da açlığı anlatırken, bir mumu sosis niyetine
kemirir, postalını pişirir ve bağcıklarını spagetti niyetine yutarken veya açlıktan
gözü dönmüş arkadaşı Jim’in gözüne besili bir piliç gibi gözükürken, komiğin içindeki trajiği de yakalamaktadır. Bu, Chaplin komiğinin değişmez bir özelliği olacaktır: yaşamın iki yüzünü, komedi ve trajediyi oyunuyla, gag’larıyla ve
yarattığı kimliklerle birlikte göstermek, işlemek... Aynı filmin çok ünlü bir sahnesinde,
rüyasında görkemli bir masadaki küçük ekmekleri dans ederken görme
sahnesi üzerine André Bazin şöyle der: “Çevresindeki nesneler, Şarlo’ya ancak
toplumun onlara verdiği anlam dışında yardımı kabul ederler. Buna en güzel örnek,
küçük ekmeklerin o ünlü dansında, basit bir koreografı içinde ortaya serilen,
nesnenin olaya katılmasıdır.”
Yıllar boyu Şarlo - küçük serseri tipini - hatta Şehir Işıkları ve Modern Zamanlar
adlı ilk sesli - uzun filmlerinde de — sürdüren Charlie Chaplin, daha sonra
Büyük Diktatör veya Monsieur Verdoux filmlerinde bambaşka kişiliklere döndü.
Ve ağır biçimde eleştiri aldı. Eleştiriler aslında Modern Zamanlarla başlamıştı.
“Palyaçoların insan ve toplum üzerine felsefe yapma isteğinin hatalı olduğu
konusunda süregelen yakınmalar bu filmle başlamıştı,” diyor André Bazin ve ekliyor:
“Film kapitalizme karşı kullanılabileceği gibi, Sovyet Stakhanovizmine karşı
da kullanılabilir. Nitekim söylendiğine göre Moskova’da belli bir soğuklukla
karşılanmıştır.”
Ne var ki palyaço büyümüştü. Dünya üzerinde 20 yıldır güldürdüğü seyircisiyle
birlikte olgunlaşmıştı, yaşlanmıştı. O, iki yandan da gelen eleştirilerin zıddına,
palyaçoların da dünyamız üzerine söz sahibi olduklarını göstermeye kalkışacaktı.
Büyük Diktatördeki Hinkel-Hitler kişiliği veya en anlaşılmayan filmi olarak
kalan Monsieur Verdoux’daki kadın katili kimliği, başlangıçtaki Şarlo’dan ne
denli uzaktı!... Ama gerçekten o denli uzak mıydı? Aslında Serseri Şarlo da içinde
birçok çelişkiyi barındıran, çok-yanlı, karmaşık ve gizemli bir yaratık değil midir?
Palyaçosunun ağzına fazla laf yakıştırmayan, onu - sesli sinemadan sonra bile
- sessiz bırakmayı seçen Chaplin, artık sözün gücüne karşı çıkamaz. Hitler’in
zaten Şarlo’dan çaldığı küçük bıyığı Büyük Diktatör’de yalnızca Hitler’i değil tüm
diktatörleri ebediyete kadar gülünç kılacak biçimde geri aldıktan sonra, finalde o
ünlü - ve çok eleştirilmiş - insancıl mesajını vermekten kaçınamaz. Bu filmlerin
eleştirilmesi karşısında, André Bazin onu Molière’le kıyaslar, Molière’in de zamanında
en küçük bir farklılık içeren bir oyun yazdığında nasıl yerden yere vurulduğunu
hatırlatır. Ve şöyle der: “Bazı eleştirmenlerin diş bilemesi, Molière ve
Chaplin’in meslek yaşamlarındaki tek ortak nokta değildir.”
Chaplin, böylece sinemada 40 yılı katettikten sonra, belki de başyapıtı olan
Sahne Işıklarını verir. Bu filmde artık yaşlı, yorgun bir Chaplin vardır. Palyaço
yaşlanmıştır, bunu da saklamak niyetinde değildir. André Bazin, bu filmi Molière’in
“Don Juan”ı ve Goethe’nin “Faust”u ile kıyaslıyor. Bu filmin yalnızca
‘Şarlo maskesi’nin değil, Chaplin’in gençliğinin de sonu olduğunu belirtiyor: “Bu
filmde ilk kez tümüyle makyajsız yüzüyle bize gözükür Chaplin. Şarlo’nun ve
onun bitmeyen gençliğinin çifte mitosundan vazgeçiştir bu. Şarlo, Verdoux sahte
kimliği altında giyotinle ölmüştü. Chaplin’in yaşlılığı ise Sahne Işıklarının sonunda,
palyaço Calvero’yla birlikte ölür. Yeni Chaplin, işte bu çifte kıyımdan
doğmuştur. Yaşlı bir adamın yüzünü sahiplenme ve ona başka maskeler takma
hakkını elde eden üstün bir aktör.”
Artık tüm maskeler, tüm Şarlo aksesuarları geride kalmıştır. Charlie Chaplin,
Sahne Işıkları ile gerçek, komple, üstün bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştır. Çok
popüler kitle idolü efsanesini, ölümsüz Şarlo’yu kendi elleriyle gömerek... Elbette
bu, onun sonraki filmlerinin birer başyapıt olmasını sağlayacak değildir. Tersine,
New York’ta Bir Kral ve Hong Kong’lu Kontes ciddi biçimde eleştirilir. Ama,
kısa bir kompozisyonda gözüktüğü sonuncusu bir yana bırakılırsa, tüm o son
filmleri, Chaplin’in artık bir kompozisyon-karakter oyuncusu olduğunu kanıtlarlar.
Şarlo ölümsüzdür gerçi, küçük serseri tipi hiç unutulmayacaktır: 1950’lerde Beat kuşağı onu ilah belleyecek,
Jack Kerouac ‘onun gibi bir serseri olmak
için’ yollara düşecek, yüzyılın sonuna
dek her yerde, sinema deyince o anılacak,
onun taklidi yapılacak, onun görüntüsü
duvarları, panoları veya ekranları
süsleyecektir. IBM, tüm 1980’ler boyunca
onu PC’lerinin tanıtımında logo olarak
kullanacaktır. Serseri hep, her zaman
aramızdadır, ölümsüzlüğe kavuşmuştur.
Ama öte yandan, Chaplin gerçek bir
aktör olduğunu da nihayet kanıtlamıştır.
Belki yaratıcılığının enginliği ve etki gücünün
büyüklüğü, onun Molière, Goethe,
Shakespeare gibi yaratıcılarla aynı düzeyde
ele alınmasını getirmiştir. Ama küçük
serserinin gönlünde yatan temel arzu, belki
de buydu: gerçek bir oyuncu olduğunu kanıtlamak... Chaplin, yarım yüzyıllık Charlie Chaplin,
bir sinema serüveni sonunda, bunu kesinlikle hak etti. Küçük adam, belki gelecek
yüzyılda da sinema denince akla gelen ilk figür ve anılan ilk sanatçı olma onurunu
taşıyacak.

Buster Keaton.


Tek arzusu insanları güldürmek olduğu, bunu başardığı, bunu başardığını bildiği
halde, kendisi hiç gülmeyen, hatta hiç konuşmayan, hiçbir şey ifade etmeyen
adam; bir maske haline getirdiği yüzüyle güldürmeyi başaran, komedi dünyasının
en sofistike yaratıcısı...

Uzun, çok uzun bir süre (nerdeyse 30 yıl) unutulmuşluktan sonra, 1960’larda
yeniden keşfedildiğinde, herkes şaşırdı: onun komiğinin büyüklüğü, modernliği
ve ölümsüzlüğü karşısında... Ailesinin kurduğu The Three Keatons’m en genç bireyi
olan, asıl adıyla Joseph Francis Keaton’a Buster takma adı, aile dostları ünlü
sihirbaz Houdini tarafından verilmişti: daha altı aylıkken!... Üç yaşında sahneye
çıkan genç Keaton, komedideki zamanlama öğesinin önemini çocuk yaştan öğrenmiş
olmalıydı. Onların sahne numaraları sırasında hiç gülmemeyi de bir aile
öğretisi olarak almıştı. Altı yaşında tanınmaya başlayan Keaton, Hollywood’a gelerek
komedilerde oynamakta gecikmedi. 1917’den başlayarak, zamanın çok ünlü,
ama sonradan unutulmuş (ve yeniden keşfedilmemiş) şişman oyuncusu Fatty
Arbuckle’dan davet aldı, onun filmlerinde birlikte oynamaya başladılar. Savaşın
son yılında Fransa’daki Amerikan askerlerini eğlendirmek için bir turneye çıktı,
savaştan sonra ise Joseph Schenk’in yapımcılığı altında, kendi yazıp yönettiği iki
bobinlik kısa filmleri gerçekleştirmeye koyuldu.
Buster Keaton, tüm o dönem komikleri içinde en yakışıklısıydı. Uzun, ince,
hülyalı bir yüzü, hep dalgın bakışları vardı. Yaradılışı biraz farklı olsaydı, kuşkusuz
dönemin jönlerinden biri olup bol bol aşk filmi çevirebilirdi. Bizde (Fransa’daki
gibi) Malek adıyla tanınan Keaton, tam bir yaratıcıydı: filmlerinin senaryosuna
her zaman katılarak o sonuçta gerçeküstücü ya da düşsel havayı sağlıyor,
başrolü üstleniyor, o ünlü akrobatik numaraların hepsinin koreografisini yapıyor,
yönetimi paylaşıyor, kimi zaman başkalarına bıraksa bile filmin genel havasını
hep denetim altında tutuyordu. Chaplin’in duygusallığı, Langdon’un çaresizliği
veya Lloyd’un naifliğinin karşısında, Keaton’m dakik biçimde düzenlediği
bale-akrobasi karışımı ve son derece fiziksel komedi sahneleri, ayrıca başka bovutlar
da içeriyordu: bir tür derin acı, giderilemeyen bir doyumsuzluk ve
bunun yarattığı hüzün duygusu... Mimiğin komedinin temel öğelerinden
biri olduğu bir çağda, Malek, yüzünü tam anlamıyla anlamsız ifa-
desiz tutmayı başarıyor ve bunda ısrar ediyordu. Bu nedenle ona The
Great Stone Face — Büyük Taştan Yüz’ adı bile takıldı. En belalı olay-
iarla, örneğin bir trenle, bir gemiyle, bir kamerayla veya bir balonla
uğraşırken bile, Buster’m yüzünde sanki hep uzaklarda, filmin ko-
nusu dışında başka bir yerlerde olma ifadesi vardı. Belki biraz da
bu yüzden, ona sinemanın şair komedyeni lakabı yakıştırıldı : "O dünya halk kültür mirasına, en üst düzeydeki palyaço ozan ola-
rak geçecek.” (David Robinson)
Ilk filmleri, iki bobinlik kısa filmlerdi. Ancak bunların başarısı
üzerine daha uzun filmlere geçti. Diğer komedyenlerin tersine anlat-
tığı komik hikâyeyi ve içindeki numaraları tek başlarına değil belli
bir doğal ve gerçek fonla birlikte ele alıyor ve bu açıdan filmleri çok
daha sinemasal olup çıkıyordu. 1920’lerle birlikte, Keaton'ın bugün
her biri küçük birer başyapıt sayılan filmleri üst üste gelmeye
başladı: The Playhouse; The Boat; The Paleface; Balloonatic;Our
Hospitality; Sherlock Junior; The Navigator; Go West, başyapıtı
sayılan The General. Hepsi görece olarak kısa bir zamanda
planlanan, hazırlanan, koreografisi yapılan ve çekilen filmler
di bunlar... Keaton, genelde Clyde Bruckman’la işbirliği ya-
pıyor, yönetimi onunla birlikte paylaşıyor, böylece kendisi
daha çok kendi kişisel sahnelerine yoğunlaşmak imkânını
buluyordu. Sinema hilelerine başvurmuyor, en zor sahneleri
dublör kullanmadan oynuyor, bir sahnenin bütününü
planlıyor ve modern bir yaklaşımla, sahneyi mümkün
olduğu kadar az plana bölüyordu. Yüzleri, bedenleri,
hareketleri çok iyi kullanıyor, nehirler, çayırlar, vadiler,
bir gemi, bir tren gibi temel dekorların hikâyeyle tam uyumuna dikkat ediyordu.
Onun sayesinde burlesk denen ve küçük görülen güldürü tarzı, büyük sanat katma
yükseliyordu.
Ne yazık ki mucize uzun sürmedi. 1930 yılında Joseph Schenk’in Keaton’la
birlikte kurduğu şirketi MGM’e satması, sanatçının filmlerindeki denetimini hemen
tümüyle kaldırdı. MGM denen büyük şirketteki çalışma ve üretme temposuna
uyamadı Keaton... Filmleri sıradanlaştı, komik güçlerini ve taptaze mizah
duygularını yitirdiler. Sanatçı, Hollywood’dan ve MGM’den uzaklaşmayı denedi,
Fransa, İngiltere, Meksika’da filmler yaptı. Ama eski düzeyini yakalayamadı. Buna
özel yaşamındaki dramlar da eklenince, alkol baş dostu haline geldi.
1940’larda hemen tümüye unutulmuş ve sorunlarının içinde kaybolup gitmişti.
Ancak, 1950’de Wilder’m Sunset Bulvarında, iki yıl sonra da Chaplin’in Sahne
Işıkları’nda rol alması, onu yeniden anımsattı. 50’lerin ikinci yarısında bir Buster
Keaton modası başladı: filmleri, özellikle sessiz olanlar yeniden izleniyor, tez konusu
yapılıyor, üniversitelerden sürekli çağrı alıyordu. 1957’de hayatı filme alınırken
çağrıldı, kendisini canlandıran Donald O’Connor’a danışmanlık yaptı.
1959’da özel bir Oscar aldı: ‘perdeye ölümsüz komediler getiren eşsiz yeteneği
için’... 1960’ta biyografisini yazdı: “My Wonderful World of Slapstick”. Ayrıca
1966, 1969 ve 1989’da sırasıyla Rudi Blesh, David Robinson ve Tom Dardis’in biyografileri
çıktı. 1966’da katıldığı Venedik şenliğinde ayakta alkışlandı. Bu son
başarılar, günbatımma denk gelen bu küçük mutluluklar onu ne denli etkilemişti,
bilinmez. Ama aynı yıl, 1966’da kanserden öldüğünde, belki de yüzünde ilk
kez gerçek bir gülümseme vardı.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık